
Çuruk çayırının kesimi bitince yayladaki nüfusun çok büyük bir çoğunluğu fındık toplamak için köye indiğinden, bu dönemi yaşıtım olan arkadaşlarımın çoğu da benim gibi bilmez. Yaylası olan köylülerin bile bir kısmının yaşamadığı, yaylası olmayanların doğal olarak yaşayamayacağı bu dönemi, herkes ömrü izin verirse yaşayacaktır desem, kimse bir şey anlamaz herhalde. Merak edenler okumaya devam ederlerse ne demek istediğim yazının sonuna doğru anlaşılacaktır.
Yaylaya çıkımdan çuruk çayırı bitene kadarki dönemde, yayladan inen arabalar sabahın ilk ışıklarıyla yola çıktığından, bizler henüz caminin yanına gelmemiş olurduk, bu nedenle de gidenleri görmemiş olurduk. Çarşamba ve cumartesi günleri köyden gelen arabalarsa her zaman inenlerden fazla çocuk getirdiklerinden, gidenleri fark edip üzülmeye fırsat kalmadan gelenlerle kaynaşırdık. Fakat, çuruk çayırı bittikten sonra “kesimler” denen, yaz boyu biriktirilen yağ, peynir gibi hayvansal ürünlerin ve kış boyu hayvanları beslemek için kesilip toplanan otların kamyonlara yüklenmesi uzun zaman aldığından yolcuların yayladan çıkışları daha geç saatlere sarkardı, böyle olunca da biz yaylada kalanlar bu vedalaşma sahnelerini yaşamak durumunda kalırdık.

Mahallemiz olan kamali’nin hem yüklerinin fazla oluşu hem de caminin yanına uzak oluşu, köye gidecek kamyonların caminin yanına gitmeden önce buraya gelmelerine neden olurdu. Kamyon şöförleri etraftaki obalardan birinin önünde veya balkonunda, ortalıkta kamyon olmasa, gören yabancı birine ‘acaba bu yaylanın ağası mı’ diye düşündürtecek bir edayla oturup çay-sigara içerken, simsar dediğimiz yardımcıları, koltuk altlarında defter, kulak kepçelerinde kalem, bir yandan önünde, kantarın askıda olduğu kürek sapını iki ucundan kaldıran kişileri ‘eğil, kalk’ gibi emirlerle dengelemeye çalışırken, diğer yandan da yükün asılı olduğu kantarı dengelemeye özen göstererek tartıda en doğru sonuca varmaya çalışırlardı. Yükler tartılıp kamyona yüklendikten sonra yolcu olan olmayan tüm çocuklar kasadaki otların üzerine atlardı. Kamyon kasasına arkadan asılmaya yer bulamayanlar, kasanın yan tarafından , daha önce kasaya çıkmayı becerenler içerisinde kendilerine yakın bulup güven duydukları birinin ellerini uzatıp onu yukarı çekmesi için elleri havada yardım beklerlerdi ki artık tekerlekler hareket etmeye başlamıştır. Yardım gelirse, yerden kesilen ayaklardan birinin kasanın her hangi bir yerine değdirilmesinden sonra sıra, elinden çeken kişinin de desteğiyle diğer ayağı kasanın üst tarafına atmaya gelirdi, kısa kalırsa son alternatifin prandayı germe iplerinin bağlandığı kancalar veya kasa kapaklarını kilitli tutan mandallar olurdu, bunlardan uygun mesafede olan mutlaka bulunurdu.Tüm bu işlemin tek önemli sakıncası pantolon ağlarının yırtılmasıydı, yere düşeni veya yan tarafta asılı kalanı görmedim.

Bense, aslında çok zevk alacağımı bildiğim halde binmezdim ot yüklü kamyonun kasasına. Caminin yanında ki büyük kalabalığın içinde inip üzülmektense, şimdiden kendi yalnızlığımı seçerdim. Kötü havalarda eve dönerdim, hava iyiyse caminin yanındaki daha yola çıkmamış olan kamyona yetişmemek için yolu uzatarak, ellerim belimde bağlı bir vaziyette yürürdüm. Önüme bakarak yürürken gözlerimin dolduğu anlarda gökyüzüne bakıp yaşlarımı içime akıtırdım. Ama bir taraftan da hem kendime hem de köye gitmek için can atan herkese kızardım aynı anda. Daha dün tenekeli gukku oynarken yıktığımız şu bahçe duvarının arkasında yaşadığımız heyacanı, bugün kasası ot yüklü kamyonun üstünde köye gitmekten başka hiçbir şey vermiyordu diye. Ben yinede şimdi o yıkık duvarın yanından geçerken bile olsa hatırlıyorum, diğerlerininse sanki yayla umurlarında değildi. Gençkliklerinde yanlarından ayrılmadığımız büyüklerimizi, yaşlılıklarında buna benzer bir umursamazlıkla terk etmeyi o zamanlardan mı öğrendik, yoksa bu özellik bizde doğuştan vardı da tüm yaşananlara rağmen aynı çocukluğu sürdürmekte ısrar mı ediyoruz diye sorarım kendime.
Derken yaylada ki çocuk sayısı hızla parmakla sayılır hale gelir, caminin yanındaki toplanmalar, aşağaki-yukarıki şur maçları son bulur, herkes kendi mahallesinde bulunan üç beş arkadaşıyla vakit geçirmeye başlardı. Caminin yanına, sadece anagalarımız tarafından kibrit, lamba camı, gaz yağı gibi bitince karşılanması zorunlu ihtiyaçları almak için gönderildiğimizde giderdik. Benim mi şanssızlığımdı bilmem bakkallar genelde kapalı olurdu. Caminin etrafını dolanan oturağın üstüne çıkıp pencereden caminin içine baktığımda bakkallarımızda içlerinde olmak üzere ihtiyarlar namaz kılıyor olurdu, onlardan da her zaman namazın arasında beni görmeyi becerenler hatta kaş çatanlar olurdu. Namaz bitene kadar Zegiç emicenin dükkanının önündeki yan yatmış, yuvarlanmasın diye altına iki tane taş konmuş gazyağı varilinin üzerine çıkıp otururdum. Yazın, Zegiç emice bir elinde çekiç diğer elinde hortumla kapağı açıp gazyağı almak için dükkandan çıkınca, varilin üzerinden inmek zorunda kalan bizler, Zegiç emicenin işi bitince, iki demir halkayla çevrilip üçe bölünmüş olan bu varilin orta bölmesindeki demir kapaktan dolayı yan bölmelere oturmak için yarışırdık. Şimdi, çocukların yaz boyu sürtünmeleriyle üzeri cilalı gibi duran bu varilin üç bölmesi de boştu fakat yarışacak kimse olmayınca oturmasıda zevk vermiyordu.
Sonra mahalleye inerdim. Kalan üç-beş arkadaş, iyi havalarda, inime yaklaştıkça geçmek bilmeyen günleri hatta saatleri geçirmek için, içinde hem teşekkür hem de özür duyguları barındıran bir vedalaşma töreni şeklinde, son kez görelim diye çuhuyurdi kıranına, komarlığa, küçük kemere, ambar taşına, sıcak sulara, kuzu kayasına, çelep deresine giderdik. Çelep deresinde ‘büyük adamların yaptığı büyük bir göl ‘olduğu için oraya iki günde bir giderdik. Önce elbiselerimizi çıkarmadan göle balıklama bir atlardık. Sonra, daha önceden koyduğumuz yerleri belli olan sabunlarla külot dahil tüm çamaşırlarımızı yıkardık. Sonra, ya çamaşırlarımızı taşlara vurarak suyunu çıkarıncaya dek kurulardık yada iki kişi iki ucundan tutup farklı yönlerde çevirerek sıkardık, öyle bir sıkardık ki önce çamaşır sarmal bir şekil alır ve ellerimiz gittikçe birbirine yaklaşır sonra çamaşırın bu durumdan kurtarmak için oluşturduğu ters kuvvet bizi de çevirerek omuz omuza veya sırt sırta getirirdi. O günün geçmesi için elbiselerimizin kuruması ve ordan ayrılmamız gerekiyordu, bu nedenle sanki ne kadar çok sıkarsak o kadar erken kuruyacak ve o günde o kadar erken bitecekmiş gibi gelirdi. Sonra çamaşırları güneşe karşı serdikten sonra düz taşlardan yaptığımız şezlonglarımıza uzanıp, köye iniş hayalleri kurardık.

Sisli havalarda arkadaşlardan birinin evinde, o güne kadar hiç oynamadığımız yeni oyunlar keşfederdik. İmkansızlıktan üretilen, aslında zevkli hiçbir yanı olmayan bu oyunları vakti doldurmak için pür dikkat oynardık. Ama tik-tak dediğimiz, düz bir tahta üzerine çakılan çiviler arasından metal bir parayı, yine iki çivi aralığından oluşan kaleden geçirmek için parmak uçlarıyla, karşılıklı, birebir ittirerek gol atmaya çalıştığımız oyunun hakkını yememem lazım. Kendi aramızda turnuva oluşturacak sayımız olmadığından, kağıt üzerine bildiğimiz futbol takımlarını yazarak Türkiye daha sonra Avrupa ligleri oluşturup o takımlar adına bizler yarışırdık. Hatta daha uzun süre oynayabilmek için benim önerimle, avrupa liginde liverpul, dörtmund, juventus gibi takımların karşısına, bizden zargidispor , hartspor, nivspor gibi Bayburt’un köylerinin takımlarını koymuştuk. Kuralarda bu köy takımlarının bana çıkmasını isterdim, bunun nedeni Türk olmalarından çok yoksul ve geri kalmış olmalarıydı. Çünkü Türk’lüğü ve bunun üstün özelliklerini daha önceden öğrenmiş ve kabullenmiştim, bunla ilgili bir sorunum yoktu, ama yoksulluğu kabullenemiyordum ve dert ediyordum o yaşlarda, çevremdekiler kadar yoksul olmasamda. Bu yüzden bayramlarda baştan aşağı yeni kıyafet alsalarda bana, hiçbir zaman hepsini birden giydirememişlerdir, yeni ceketi giyersem yeni gömleği giymezdim, yeni gömleği giyersem yeni ceketi giymezdim ve yine aynı duygu ve düşüncelerden dolayı, yayladan inerken dolu da yağsa şöfor mahallinde oturan dedemler beni kasadan indiremezdi.

Akşama doğru ‘herkes evine, evi olmayan siçan deluğune’ denince mutlaka akıllardan inime kalan gün sayısı geçirilirdi. Şafaktan bir gün daha düşülür, hatta bu da yetmez bugün nasıl olsa bitti diyerek kendimi yarındaymış gibi hissedip bir gün daha düşerdim ben. Küçükken şöyle bir şey duymuştum: bir sel felaketinde evlerinin içini su basınca boğularak ölen insanlar birbirlerine kenetlenmiş bir yumak gibi bulunmuşmuş. Bu son kalan arkadaş gruplarında da böylesi bir kenetlenme hissederdim. Aramızdan birinin kopup köye gitmesi, insanın bir yakınını kaybetmesi kadar üzüntüye neden olurdu bizde. Ama ertesi gün unutulur ve kalanlar birbirine daha bir kenetlenirdi.

Yayla ve yazı, başlayıp biten bir yaşammış gibi düşününce, çüruk çayırından sonraki bu dönem yaşlılığa benzer. Önceleri gidişlerini fark etmediğin arabaları, sonraları fark etmen örneği; cenazeleri gençken fark etmeyip yaşlılıkta daha yakın takip etmeye, yaylada son kalanların birbirlerine kenetlenişi; gittikçe arkadaşlarını kaybeden yaşlıların, sayıları azaldıkça, birbirlerini daha sık aramaya başlamasına, veda töreni havasında son kez gidilen kuzu kayası, komarlık vs. örneği; yaşlıların gittikleri bir yerden dönerken ‘sağ olupta bi daha gelursek’ türünden kaygılarına, imkansızlıktan üretilen aslında hiçte zevkli olmayan oyunlar örneği; yaşlıların basit uğraşlarla uzun süre vakit geçirmelerine (anagaların çorap ve patik örme hastalıkları), inim için şafaktan gün düşme ve bunu birbirinden saklama örneği; yaşlıların ‘acaba daha ne kadar yaşarım’ diye içlerinden geçirmelerine ama bunu kimseyle paylaşamamalarına, varilin üstünde oturmaktan zevk alma örneği; yaşlıların çarşı gibi yerlere sadece ihtiyaç almaya gitmelerine, aramızdan birinin kopup köye gitmesine üzülmemiz örneği; yaşlılarında ölen arkaşlarına üzülmesine ama ertesi gün unutmamız yine yaşlılarda da geçerli değil mi? Ve sonuçta bunların hepsi şairin dediği gibi ‘yani yaşamak ağır bastığından" değilmi ?...

Demek ki bizim buraların bu yayla-mezire-köy döngüsü, insanına yaşamı sorgulamayı ve anlamayı erken öğretiyor galiba. İkincisi yaşlılık olmazdı, yalnızlık olmasa.
Bülent Hakan ALTUNCU
Aralık.2005
Trabzon