Hz. Peygamber’in mucizesi neydi?
Bu rivayetlerde anlatılan peygamber portresinin Kur’an’ın anlattığı peygamber portresine uyduğunu söylemek mümkün değildir
--------------------------------------------------------------------------------
--------------------------------------------------------------------------------
“Dediler: “Yerden bir pınar fışkırtmadıkça, hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bahçe yapıp aralarından çaylar akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşürmedikçe veya Allah’ı ve melekleri karşımıza açıkça getirmedikçe, altından bir evin olmadıkça ya da gökyüzüne çıkıp oradan bize özel bir mektup getirmedikçe sana inanmayacağız.” De ki: “Rabbimin şanı yücedir. Ben sadece bir beşer, sadece bir elçiyim.” (İsra; 17-90-93).
Kur’an’da buna benzer onlarca ayet vardır.
Bu ayetlerde inkarcıların “mucize” taleplerinin ısrarla reddedildiğini görüyoruz.
Durum buyken, Hz. Peygamber’in “işaret parmağı ile ayı yardığı”, “bir kap hurmaya dokununca binlerce askerin ondan doyduğu”, “çağırınca ağacın yanına geldiği”, “gelecekte meydana gelecek nice olayları haber verdiği” vb. türden rivayetler de neyin nesi oluyor?
Kanaatimce bunlar, Müslüman bilincin, eski dünya dinlerinin kendi peygamberlerine atfettiği bir takım mucizeleri kendi peygamberinde de görmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Bunların bir takım kitaplara dahi sızmış olması, gerçekte de öyle oldukları anlamına gelmez. “Eleştirel analize” tabi tutularak ayıklanmaları gerekir. Bu konuda büyük sorumluluk altında olduğumuzu düşünmekteyim.
Bu rivayetlerde anlatılan peygamber portresinin Kur’an’ın anlattığı peygamber portresine uyduğunu söylemek mümkün değildir.
Öyle ki ipin ucunun iyice kaçırıldığını görüyoruz. Bu tür rivayetlerde anlatılan peygamberin, gerçek hayat mecralarında bizlere örnek (usve-i hasene) olması mümkün müdür? Rüya gibi gelip geçmiş, içimizden birisi değil; hayallerde resmedilen, rüyalarda görülen, sırlı, gizemli, büyülü, tütsülü bir dünyanın muhayyel kahramanı…
Eh, böylesi bir peygamber de, olsa olsa halk vaizlerinin, serazat nâtların, buhurlu kandil ve mevlid gecelerinin peygamberi olabilir. Yaşayan, gerçek hayattaki Allah’ın “kulu” ve “resulü” değil…
***
Kur’an’ın anlattığı peygamberin, kendisine iki “azîm” şey verilen ve insanlığı üç noktada “inzâr” eden (uyaran/uyanışa çağıran) bir “Allah’ın kulu ve elçisi” olduğunu görüyoruz.
Kendisine verilen iki “azîm” şey: “Hulq-i azîm” ve “Kur’an-ı azîm”dir. (Kalem; 68/1, Hicr; 15/87). Buradaki “azîm” sözcüğünü lütfen aklınızda tutun. “Gelecekte şunlar olacak” diye uyardığı/uyanışa çağırdığı (inzar) üç şey de “ölüm”, “afet” ve “kıyamet”ten ibarettir…
Üzerinde en az bir yarım saat düşünmediğim tek bir ayeti kalmayan Kur’an’dan benim anladığım budur.
Bunların dışında ne olağandışı mücizeler göstermiş ne de gelecekten haberler vermiştir. Çünkü o bir din adamı olmadığı gibi, sihirbaz ve kâhin de değildir. Ve fakat etrafında toplanan sahabeleri yarınlar için yönlendirdiğini, hedef gösterdiğini, teşvik veya uyarılarda bulunduğunu da görüyoruz. Bunlar inkarcıların isteği doğrultusunda mucizeler göstermek veya gelecekle ilgili kehanetlerde bulunmak anlamına gelmez.
Nebi, peyâm-ber: haber getiren/haberci demektir. Peygamber kehanette bulunmaz ancak inzâr eder. Yani ölüm, afet ve kıyamet hakkında insanları uyarır/ uyanışa çağırır. Bunların kaçınılmaz olduğunu, bunlardan birisi gelip çatmadan önce aklımızı başımıza toplamamızı, tövbe ederek Allah’a dönmemizi, bunun için de Allah’ın buyruklarına uymamızı ister. Bundan bizzat kendini de sorumlu tutar. Söylediklerine en önce kendisi uyar. Çünkü hep Müslümanların ilki/öncüsü olmakla emrolunduğunu söylemiştir.
Kâhin kehanette bulunur, sihirbaz ise büyücülükle göz boyar. Peygamber ise inzar ile tebşir eder. Yani kötüleri uyarır, iyilere müjde verir. Kahin “olmamış olanı”, sihirbaz da “olağandışı olanı” meslek edinmiş kişidir. Peygamber ise “olmakta olanı” (ölüm, afet) ve “olacak olanı” (kıyamet) haber verir/uyarır. Üstelik bunu meslek icabı da yapmaz; lütuf ve rahmet olarak yapar. Ne yazık ki çoğu müslümanın zihninde bunlar birbirine karışmış durumdadır…
***
Az önceki ayetlerde geçen “azîm” kelimesi Arapça’da büyük, şanlı, görkemli demek olduğu gibi, kelime kökü olarak “kemik” anlamına da geliyor.
Bu durumda hulq-i azîm; dik duran, omurgalı, ilkeli bir ahlakı, asil bir karakteri, kemikleşmiş değerleri, kararlı bir duruşu olan, önüne çıkan ilk engelde onları eğip bükmeyen anlamına gelir.
Bu durumda Kur’an-ı azîm de; dik duran, omurgalı, ilkeli, asil sözleri olan, kararlı bir duruş sergileyen, konjöktüre göre eğilip bükülmeyen, bir takım kemikleşmiş değerlerini ısrarla vurgulayan ve onların dile gelen soylu sesi demek olur.
“Konjoktüre göre eğilip bükülmeyen kemikleşmiş değerlerin” ne olduğuna ise birazdan geleceğiz.
***
Kur’an’da “mucize” kelimesinin geçmediğini görüyoruz. Bunun yerine kullanılan kavram “ayet”tir. Ayet ise apaçık ortada olan, olmakta olan demektir. Dolayısıyla mucize talepleri karşısında apaçık ortada olan, olmakta olan, oluş halinde olanla inkarcıların karşısına çıkıldığını, ancak bununla cevap verildiğini görüyoruz.
Şüphesiz, Hz. Peygamber’in ruh dinginliği/termemiz vicdanı (ruhu’l-kuds) üzerinden insanlığa seslenen, dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyenden (hayyu qayyum) başkası değildi.
Öyleki, Hz. Peygamber manevi yükselişinde (urûc, mi’râc) bir yay mesafesi kalıncaya kadar O’na yaklaştı, hatta daha da fazla…
Son ufuk çizgisindeki hayret makamına (sidretu’l-münteha) kadar gitti…
Melekût aleminde nura garkoldu. Rabbinin en büyük ayetlerini gördü…
Fakat kalbin/gönlün/vicdanın (fuâd) gördüğüne göz yalan demedi.
Göz ne şaştı, ne de gördüğünü aştı… (Necm; 53/5-18)
Bunlar ne demektir?
M. İkbal’in yorumuyla, yani Hz. Peygamber miraca yükseldiğinde Allah’ta yok olmadı. Kendini kaybetmedi. Kişiliğini ve benliğini korudu fakat O’nu da aşmadı. Nura garkoldu, O’ndan aldığı feyz ile dopdolu hale geldi ve “azîm/muazzam” hareketini başlatmak üzere yeryüzüne döndü. Eğer bir veliye kalsaydı, oradan dönmez ve Allah’ta fenafillah olurdu.
Fakat o döndü çünkü Allah bizi kendinde yok olmamız (fena) için değil; kendimizi O’nda açmamız, geliştirmemiz, kendimiz olmamız, meydana çıkarmamız, yapmamız, etmemiz, eylememiz (abd) için yaratmıştı.
Demek ki Allah ile insan arasında “karşılıklılık” (ecr) ilişkisi vardır. Bu interaktif, dinamik bir ilişkidir. Buna göre insanoğlu, Allah katında değerinin ne olduğunu anlamak istiyorsa, kendi katında Allah’a ne değer verdiğine bakmalıdır. O neyse, öteki de odur.
O peygamber ki, bir yay mesafesince O’na yükselmiş olmasına rağmen yeryüzüne geri dönmüş ve Mekke’nin en kaba saba müşrikleriyle, Medine’nin kalleş münafıklarıyla, çölün dar kafalı bedevileriyle uğraşmıştır. 23 yılın sonunda Allah’tan aldığı o feyz ile yeryüzünün “azîm” sahibi “muazzam” insanlarını yetiştirmiş, kardeşlik devrimi yapmış, ahlak mucizesi gerçekleştirmiştir.
İşte Hz. Peygamber bunu, sahip olduğu azîm ahlak (hulk-azim) ve vicdanında yankılanan Kur’an-ı azîm gibi bir “burhan-ı hakikat” ile başarmıştır. Elinde böyle bir güç ve imkan varken gerisi onun için zaittir (fazlalıktır, gereksizdir).
Çünkü onun ahlakı Kur’an’dı. O bir yürüyen/yaşayan Kur’andı.
İnkarcıların “olağandışı” mucize taleplerine hep “olmakta olanı” yani oluş halinde olanı; tarihi, tabiatı ve hayatı göstererek cevap verdi.
Tarihin meydanına, sahip olduğu azîm ahlak ve vicdanında yankılanan Kur’an-ı azîm ile çıktı. Karşı konulamayan, aciz bırakan (muciz) işte buydu.
Onun mucizesi bütün karakterini kuşatan muazzam ahlakı ve dilinden dökülen Allah’ın muazzam kelimeleriydi. Bu ikisini kendinde birleştirmiş, onun için de yürüyen Kur’an olmuştu. Bunlar onda kemikleşmiş, ete kemiğe bürünmüştü; yani “azîm” hale gelmişti.
***
Düşünelim, bir insan için en büyük güç nedir?
Lekesiz, günaha bulaşmamış bir hayat değil midir? Dahası bunu hiçbir şart altında eğip bükmemesi, bozmaması değil midir? Bundan daha büyük bir güç ne olabilir?
İşte Hz. Peygamberde olan buydu.
Bunun önünde duralamazdı ve durulamadı da…
Yine düşünelim, en büyük, en güçlü söz hangisidir?
Vicdanın derinliklerinden gelen söz değil midir? Dahası bu sözün hiçbir şart altında susmaması, eğilip bükülmemesi değil midir? Bundan daha büyük bir söz ne olabilir?
İşte Kur’an’da olan buydu; “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı diri diri toprağa gömüldü?”
Bu söz Mekke’nin sokaklarında yankılanmaya başlayınca, kılıcını kınından çeken “Kılıcım bu sözün arkasındadır” dedi ve Hz. Peygamberin etrafında kenetlendi. “Söz” vicdanın derinliklerinden geliyordu. Çünkü vicdanın sesi, her doğan Ademoğlunun zürriyetinde; fıtratında, ruh dünyasında yankılanın iç ses (qalu bela) demekti. (Araf; 5/172). Çünkü her doğan çocuk bu fıtrat üzere doğmaktaydı. Kelimelere dökülen o fıtratın sesiydi.
İşte gerçek hayat dertlerinin dini (dinu’l-gayyime) buydu.
Fil dişi kulelerinin değil; gerçek hayatın dertlerine eğilen, onlar üzerinde titreyen, onlar için sık sık ayağa kalkan, oraların sesi, eğilmeyen, bükülmeyen yolu (ı’vecen gayyime) buydu. “I’vec/âc” kök olarak fil dişi kulesi demek, “gayyime” da çokça ayağa kalkan…
Yaratıklarına karşı bigane, tahtına kurulmuş alemi seyreden Zeus değil; dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyen (hayyu gayyum) bu demekti…
Bunun içindir ki Hz. Peygamberin azîm (kemikleşmiş, durmuş, oturmuş) ahlakında sevgi, merhamet, doğruluk, dürüstlük, erdem, yiğitlik, mertlik, haya, güven, sadakat, asalet, vefa, dostluk, kardeşlik gibi gerçek hayat mecralarında akan büyük hasletler vardı. Onun mucizesi yani insanı acze düşüren ve karşı konulamayan şey bu hasletlerden ömrü boyunca hiç şaşmaması, kararlılıkla sürdürmesi, ete kemiğe büründürmesi, gittiği her yerde yürüyen/yaşayan hale getirmesiydi.
Bunun karşısında kim nasıl durabilirdi?
Lekesiz bir hayat karşısında tutunmak mümkün müdür?
Günümüzde bile, pisliği, yolsuzluğu, hırsızlığı, gizli günahı, ikiyüzlülüğü, aldatması, sümen altında bekletilen dosyası, sahte faturası, usulsüzlüğü, ortaya çıkarılacak kaseti vs. olmayan birisinden daha güçlü kimdir?
Böylesi bir kişilik karşısında her tür iftira, saldırı, karalama kampanyası tel tel dökülmez mi? Bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün…
Böyle birisini kim tutabilir?
İşte Hz. Peygamberin karşısında bunun için tutunamadılar.
Çünkü karşı çıkanların her biri günahın içine batmıştı. “İlk taşı hiç günah işlemeyen atsın” dense, onun dışında atabilecek yoktu. Kirlenmişlerdi, her birinin nice gizli günahları vardı ve onlar asıl bundan dolayı yerlerinden kıpırdayamıyordu. Her şeyden kaçabilirlerdi ama kendi vicdanlarından kaçamazlardı ve kaçamadılar da…
Yolsuzlukları, hırsızlıkları bir türlü önleyemeyen düzenler neden devam edip durur sanıyorsunuz? Taraflar zaten işin içinde de ondan. Bu tür düzenlerde kimse kimsenin aleyhine fazla ileri gidemez çünkü işin içinde kendileri de vardır. Hepsinin elinde, rakibinin aleyhine zamanı geldiğinde piyasaya sürülecek gizli dosyalar bulunur. Bunun içindir ki yolsuzluk düzenleri bir türlü yıkılamaz. Bir “mucize” beklenir ama bir türlü çıkmaz. Çünkü içlerinde kırk yıl lekesiz ömür sürmüş bir “el-emin” yoktur.
***
Kur’an’ın özünde Allah’ın birliği (tevhid), bölünmez bütünlüğü (samed), sevgi ve merhamet (rahmet), iyilik, güzellik, doğruluk (salihat), doğruluk ve dürüstlük yolu (sırat-ı mustakim), korku ve titreme (huşu), saf bir yürek temizliği (ihlas), sağduyudan şaşmayan bilgelik (hanif) vardı.
Ezilenlerin (mustezafîn) yeryüzünün önderi olacağı, zalimlerin, despotların, tiranların, büyüklük taslayanların (müstekbir) kaybedeceği, eninde sonunda sözün namusunun (sıdk), iyiliğin ve adaletin galip geleceği vaadi vardı.
Bunun karşısında kim nasıl durabilirdi? Ne zamana kadar durabilirdi?
İnsanlık vicdanının (basâiru li’nnâs) ve insanlığın anayolunun/temel değerlerinin (hablun minen-nâs) sesi ve soluğu olduğunu ilan eden bir kitap, dünya durdukça insanlığın dimağında yankılanmaya devam etmez mi?
İşte Hz. Peygambere verilen mucize buydu.
Hz. Peygamberin azîm ahlakı ve içinde insanlığın şerefi olan Kur’an-ı azîm onun elindeki yegane mucizeydi. Kur’an’ın icazı, dil ve edebiyat harikası oluşundan ziyade, içeriğinden, konularından ileri gelmekteydi. İnsanları sarıp sarmalayan buydu.
***
Yeri gelmişken, Kur’an’ın harflerinde, cümlelerin matematiksel dizilişinde mucize arayanlar cifrcilikle, hurûfilikle, şifrecilikle, 19.culukla Kur’an metnine işkence çektirmektedirler.
Kur’an-ı azîm’i ahlak-ı azim’den ayırmanın sonu budur. Bu seferde mucizeyi gerçek hayat mecralarında akan ahlak- azimde değil; Kur’an’ın sırf metninde ararsınız. Kur’an’ı yaşayan hayattan ve kendi anlam dünyasından söküp kopardınız mı elinizde cümle yığınları kalır. Eh, cümle yığınlarından da olsa olsa şifreler, cifrler, ebcedler, matematiksel mücizeler (!) çıkar.
Bu nedenle ne dendiğini bırakıp cümlelerin dizilişine, harflerin ebced hesabına dalmak, işaret edilen yönü bırakıp işaret parmağıyla uğraşmanın diğer bir versiyonundan başka bir şey değildir. Oysa işaret edilen yön apaçık ortada; ibret alınacak zengin tarih, canlı tabiat, yaşayan hayat, akıl ve vicdan sahibi (ulu’l-elbâb) insan…
***
Şu halde apaçık ortada olan (ayet) -halk arasında mucize diye bilinir- Hz. Peygamberin lekesiz ömrü ve tertemiz vicdanı üzerinden seslenen Kur’an-ı azîmdir. Çünkü peygamberler sözün namusunun dile gelen soylu sesi (lisan-ı sıdk) ve yeryüzünde Allah’ın nefesi, sesi ve soluğudurlar (kelimullah).
Apaçık ortada olan (ayet) -halk arasında mucize diye bilinir- Hz. Peygamberin inkar edilemez, karşı konulamaz ve dahi acze düşüren ahlakı yani hulq-i azîmdir. Öyle ki kendisine suikast planlayanlar, hem onu öldürmek istemişler hem de mallarını ondan başka emanet edecek kimse bulamamışlardı.
Apaçık ortada olan (ayet) -halk arasında mucize diye bilinir- Hz. Peygamberin elindeki asasıydı. O asa ile kendi çağının putlarını teker teker devirdi. Kabe’nin içini şirkten, putperestlikten temizledi.
Bunu ne ile başardı?
Üfürükle, hurafeyle, kehanetle, tütsüyle, sırla, büyüyle değil; gerçek hayat meydanında yürüyen/yaşayan Kur’an olmakla....
Siz de böyle olursanız eliniz birer “asa” ya dönüşür ve onunla kendi çağınızın putlarını teker teker devirirsiniz.
Kurtuluş, ne mezarlardan dirilecek enbiya ile, ne de bulutların arasından süzülerek gelecek evliya ile gelir. Bilakis kurtuluş, yaşayanların yüreğinden taşarak, alın terinden dökülerek, kurşun dökülmüş duvar gibi kenetlenmiş saflarından yayılarak ve gerçek hayat mecralarından fışkırarak gelir. Büyük ahlaka (hulq-i azîm) ve büyük Kur’an’a (Kur’an-ı azîm) sıkı sıkıya sarılarak, onları ete kemiğe büründürerek, kendi çağ ikliminde yürür/yaşar hale getirerek gelir.
İşte Hz. Peygamber’in destansı mucizesi buydu.
Bizlere miras olarak bunu bıraktı.
Destanlar yazmaya devam etsinler diye…
***
Bilmiyorum belki çıkamam bir daha buraya
İşte sırtım; hakkı olan gelsin almaya
Hazırlan dedi Cibril, karardı mehtap
Geride birkaç kap ve bir kitap
Hayır, gidemezsin! Kim gitti derse vurun!
Hayyulayemuttur yaşayan yerinize oturun!
Refik-i ala… Alemlere Rehmetti, Bu Ahirdi dedik
Kara toprak bile anladı da
Bir insan anlamadı bizi
recepihsan@gmail.com