Bir Çıkım'ın Hikayesi(Anagalara)

Caykara, Şahinkaya Köyü ve Kusmer yaylasi ile ilgili tüm bilgilerimizi burada paylaşalım.

Moderatörler: Muzaffer Mustafa Altuncu, Köksal Ağaoğlu, Mehmet Aydinli

Bir Çıkım'ın Hikayesi(Anagalara)

Mesajgönderen Bülent Altuncu » Cmt Mar 31, 2007 7:08 pm

Çalar saatin sesi bana inat, “saat 06:30 , uyuma hakkını doldurdun, bundan fazlası yasak sana, yasak” diyormuş gibi, hışımla uzandım yatağımdan saatin bulunduğu komidine doğru ve gırtlağını sıkıncı sesi kısılıyormuş gibi tüm gücümle kavrayıp sıktım susturma yerinden ve bıraktım. Yataktan ağır ağır çıkıp hazırlıklarımı yapmaya başlarken bir taraftan da hem gece geç yatmamdan dolayı kendime, hem de otuziki saat nöbet tutmaya gideceğim işyerimdeki işleyişe olan kızgınlığımı saatten çıkardığımı düşünmeden başladım tüm uyarı seslerinin hayatımızı ne kadar stresli hale getirdiğini düşünmeye. Evde saat: “yatma yeter kalk” der, işyerinde monitör:“ tansiyon düştü, hastaya bak” der, yolda korna: “çarparım sana bak” der, ilkokuldan beri zil: “tenefüs bitti, içeri gir “ der, sarkaçlı saatler vardı o zamanlar her saat başı daha bir ısrarla “ zaman geçiyor” der, ambulans bişey der, itfaye bişey der. Hepsi bir tarafa nasıl da bitecek bugünkü nöbet ? Düşünmesi nöbetten beter. Tüm bunları düşünürken bir yandan hazırlıklarımı yapıyor bir yandan da hala daha sıcak olan yatağımı unutmaya ve uyanmaya çalışıyorum. Tamamen negatif enerji ile dolu bir vaziyette yeni bir güne başlıyorum, hadi hayırlısı….

Evin perdeleri kapalı ama güneş doğdukça içeri giren ışığın yoğunluğundan havanın açık olduğu anlaşılıyor. Hazırlıklarımı yaptım, saate baktım, bir on dakikam daha var. Bari balkonda bir sigara içeyim dedim, böyle mübarek bir günün şerefine. Balkona çıktım ki gökyüzü alabildiğine mavi ve tek bir bulut yok, Karadeniz ismine hakkını verecek kadar koyu lacivert ve ufuk gözün ne kadar görebiliyorsa orası, erikler çiçek açmış, ortalık kuş sesleriyle cıvıl cıvıl. Bir anda toparlandım, uyarı seslerinin olumlularını da düşünebilmeye başladım ve kendime geldim. Baharın geldiğini haber veren bu kuş sesleri ne kadar da iyi geliyor insana, ilkokulda dersin bittiğini haber veren zil den daha güzel bir ses olabilir miydi hiç, ramazan da artık yiyebileceğimizi haber veren akşam ezanından daha istekle beklediğimiz bir ezan oldu mu hiç. İçimi çocukluktan kalma bir heyecan kapladı, hiç de rahatsız etmeyen, aksine sabaha kadar uyumadan beklediğim bir korna sesi aklıma geldi.

Çocukuluk ve ilk gençlik yıllarımdan beri mart soğuklarını yaşadığımız günlerden birinin ertesinde baharın geldiğini sürpriz bir şekilde haber veren kuş cıvıltılarıyla uyandığım her ilk bahar sabahı aynı heyecanı ve sevinci yaşarım aslında. O zamanlar hayalini kurduğum ve iki ay sonra işiteceğim korna sesini 25 yıldır işitmesem de ve bundan sonra da işitemeyeceksem de yine aynı hayalin heyecanını yaşarım nedense. O yıllardaki bahar hayallerimi bir tarafa koyup gerçekleri hatırlayacak olsam aslında hiç de hoş geçmezdi bahar aylarım. Çünkü okulun ikinci döneminin ikinci veya son yazılı sınavlarının yapıldığı zamanlar olurdu bu aylar. Güneşin berrak ışınları doğudan batıya evin odalarını bir bir gezerken, bahar temizliğini martın soğuğunda yapmış annemin karbeyazı tülleri arkasında, sırtıma güneşi alıp uzanabileceğim her yere kitap ve deftelerimi serip- toplayıp, oda oda güneşin peşinde koşturup ders çalışırdım. Hem kış boyu evlerine hapsolmuş, havaların ısınmasıyla “dışarı iskemlelerini” ve elişlerini yanına alıp dışarı çıkmış, akşama kocaları kahveye falan uğramadan erkenden eve gelir mi sorusundan başka dertleri olmayan evkadınlarının keyifli sohbetlerini pencereden seyredip, hem de kış boyu dışarı atamadıkları enerjilerini baharın ilk günlerinde avazları çıktığı kadar bağırıp, koşturarak atmaya çalışan çocukların sevinç çığlıkları arasında. Çalışmak zorundaydım çünkü birinci dönem notlarım ne kadar iyi olursa olsun ikinci dönem bir not aşağı gelmemeliydi. 9 olan bir dersim ikinci dönem 8 gelse, bütünlemeye kalan arkadaşlarımdan daha çok üzülürdüm. Babam kendi döneminin gerçeği olarak ne kadar çok ve iyi yerlerde okursan o kadar kaliteli bir yaşam sürülür düşüncesindeydi ve bende ona sonuna kadar inanıyordum. Bana herhangi bir mal veya para bırakamıyacağını ama okumam için her şeyini verebileceğini anlatmıştı. Bu demekti ki ona hayatında elde edemeyeceği mal ve varlığı ben okuyarak ona armağan edebilirdim. Tabi babam zamanın neleri değiştirebileceğini öngöremedi bu da ayrı bir konu. Sadece o değil ben de öngöremedim doğrusu."Ne ekersen onu biçersin" dendi bize, bende şartlarımızın üzerime yüklediği sorumluluklardan hareketle biçmek zamanını eğitim hayatımın sonuna bırakarak, uzun bir dönemi ders çalışmaya ayırdım. Evin dışındaki bahar tüm çekiciliği ile aklımı çelmeye çalışsa da şeytana uymuyordum.

İşte böyle , yeniden filizlenen dalların, cıvıldayan kuşların, dışardaki tasasız kadınların, çığlık atan çocukların tüm kışkırtıcıklarına rağmen ders çalışmak zorunda kaldığım zor günlerde lacivert sularına inat, gözümü karadenizden ters yöne çevirip, hala daha karları erimemiş yüksek dağlara bakınca içime bir ferahlık doğardı.Aklıma iki ay sonra o dağlardaki yaylamıza yapacağım yolculuk ve yaz tatillini geçireceğim yaylamız gelirdi. Bu şeytani havalar beni evden çıkaramasa da aklımı başımdan çıkarır, bir yayla yolculuğu yaptırır sonra tekrar derse dönerdim. O zamandan beri de ne zaman bahar aniden kendini hissettirse hep aynı yolculuğun heyecanına kapılırım.

Zor günler kolay bitmez ama aylar çabuk biter.Birden okulun sonu gelir,tüm sıkıntıları üstümden atmış, özgürlüğün tadı damağımda kendimi önce köy sonrada yayla yollarında bulurdum.


Dağlarda eriyen karların sularıyla derelerin gürül gürül aktığı, yeşilin bulduğu her delikten fışkırdığı, iki ay sonra evler arası kestirme yolları kapatacak olan mısırların başverdiği günlerde, eriklerin ve “hamucera” dediğimiz yaban çileklerinin ağız buruşturan ekşi tatları dilimizde, bir aya kalmaz olgunlaşıp alacakları tatlı halleri aklımızda kalsa da, yaylaya çıkılacak günün bir öncesi günün heyecanı hala kalbimin çarpıntısında saklı durur. Ondört saat süren eski yayan yolculukların alışkanlığı olarak babaannem fırınlı sobanın başında heyecanla bol yağlı ve bol yumurtalı” filobida” dediğimiz poğaçaları bir bölüğe yetecek kadar çok miktarda hazırlarken , ben “mabeyin” dediğimiz salonun avluya açılan kapısının arkasına yığılmış çuvallar içindeki yayla yüklerinin arasında dolaşır bir şey unuttuk mu diye yükleri incelerdim. Unutulmaması gerekenler arasında dedemin meşin kılıf içindeki radyosu, traş aynası, tası, kuran’ı, yakın ve uzak gözlükleri, hava sirkülasyonu bol olacak şekilde delikli fötr şapkası, Bayburt’a gidiş gelişlerinde ve yaylaya bürokrat biri geldiğinde takacağı kravatları, yaylanın tapularının, hesaplarının, mahkeme tutanaklarının saklandığı çantası, babaannemin yaylaya çıkımın ilk günlerinde ayakları şişince kanını emdirecek “sülük” dediği şişe içinde duran kan emen solucanları, karnımız ağırdığında içine kaynamış su konulup ağıran yerde tuttuğumuz plastik torba, romatizma merhemleri, brufen hapları, arko krem, benim yaz tatili kitaplarım, “musubara” dediğimiz Kuran dili kitabım olurdu. Ama bunlardan çok daha önemli bir şey vardı ki o da dedemin her yıl karne hediyesi olarak aldığı bordo-mavi şort, forma ve tozluklar. Formam her yıl Trabzonsporun forveti İskender’in numarası olan 11 numara olurdu ki gölgemin bile ona benzediğini düşünürdüm.Ama kara lastikten terfi ettikten sonra ayakkabılarım her yıl değişik oldu. Önce “panter”, ardından“esem sport”, sonra “mekap” derken krampona kadar yükselmiştim. Baştan aşağa yeni kıyafetler giymeyi çok dikkat çeker diye düşündüğümden bir kez olsun giydirememişlerdi bana ama yaylanın ortasında trabzonspor kampından kaçmış gibi dolaşmaktan hiç çekinmezdim nedense. Asıl amacım bunların bulunduğu çuvalı sağlama almaktı. Yarın bir olsaydı da şunları baştan aşağı giysem diye sabırsızlıktan çatlardım. Bir gün önceden odunlar gibi büyük yükleri evin yukarısındaki yola çıkarmış olurduk.

Resim

Akşama kalmaz hazırlıklar biterdi ama bundan sonra vakit geçmek bilmezdi. Erkenden yenen akşam yemeğinden sonra haberleri ve özellikle hava durumunu dinleyip yatardık. Heyecandan uykum gittikçe açılır, strese girerdim.Sabaha karşı uykuya yeni dalmış olurdum ki bu seferde babaannem zifir karanlıkta kahvaltıya kaldırırdı bizi. Biraz zor olsa da uyanmam, dakikalar içinde cin gibi olurdum. Gerçek ismini hiçbir zaman duymadığım ve bilmediğim, şimdi düşününce bir kamyon markasından aldığını anladığım lakabıyla hem kendisi hem de arabası özdeşleşmiş Asdoç amcanın Thames kamyonu evimizin yukarısındaki “kıran” denen sırtta dururdu. Ne kadar erken kalksakta kamyonun köyü baştan aşağa dolaşıp yola çıkması bir saatten fazla zaman alacağından Asdoç amca her yıl bizden erkenci olurdu. Gecenin karanlığının ancak laciverte döndüğü sabah ezanı vakitleri “Hadi boğazı” sinirli sinirli çalındığı her halinden belli olan kornayla inlerdi. Aylardır hayalini kurup beklediğim an artık başlıyordu.

Resim

Kamyondaki ilk çocuklar, ben ve Naci amcamın oğlu Özgür Hasan olurduk. Asdoç amcanın bir kez olsun çocuklara güldüğünü veya sevdiğini görmemiştim. Bizlerle en ilgili anı, “ola eşoğoli eşek” diye yanına çağırıp ardından bizden yapmamız için bişe istediği veya birini sorduğu anlardı. O zamanlar Asdoç amcanın yaylada ev yapma hakkı olmadığını, yaylalarının başka bir yerde olduğunu öğrendiğimde yoksa bu durum mu zoruna gidiyor diye de düşünmüştüm, öfkeli halinin nedenini anlamaya çalışırken. Çünkü bana göre herkesin gözü bizim yayladaydı, yoksa hartlıların, çumavanklıların, zargidililerin bizle ne zoru olabilirdi ki. Gerçi köydeki tüm kamyon şöförlerinin de işlerinin yorucu oluşundan olsa gerek, böyle yolculuklar öncesi aceleci ve sinirli bir halleri olurdu hep. Her ne olursa olsun bir dediklerini iki etmezdik. Sonuçta köyden mahalle komşumuz olan asdoç amca, yolcuları içinde önceliği hep bize tanıyıp, şöfor mahallini dedemle babaanneme ayırırdı, demek ki bir farkımız vardı onun gözünde diğer mahallerden olan köylülerimizden diye düşünürdüm. Ayrıca yaz boyu her yaylaya gelişinde kamyonun kasasına alınacak çocukları seçme yetkisini kendisine sormadan üstlenmeme hiçbir şey demezdi, sanki bunun farkındaydı ve hadi mahallesinin çocuklarına daha toleranslıydı. Her zaman çok kısa kesilmiş düz saçlarının arasına erken yaşta kırların düştüğü, çatık kaşlı, zayıf çehresiyle hayalimde canlanan asdoç amcayı herkese aynı ciddiyetle yaklaşımından ötürü tutarlı bulup saygı duyardım. Bizim üstinki kıranda bekleyen kamyona üç hanenin yükleri yüklenene kadar güneşte doğmaya başlardı.


Resim

Sabahın duru serinliğinde yol kenarında kıpırdamadan duran ot ve yaprakları, asdoç amcanın kontağı çevirip ardıardına gaza basmasıyla egzozdan patlarcasına boşalan yanmış mazot dumanının rüzgarıyla uykularından uyandırıp fren sesleriyle yol çıkardık. Şöfor mahallinin üzerindeki bagajın pranda olan tarafındaki yerimi alır yolun üst tarafındaki yamaçlarda asılı duran hamuceralara bakıp onlarla bu yıl bir daha görüşemeyeceğimi içimden geçirirdim, ama ikide bir üzerimize gelip gözümüze batmaması için başımızı eğmek zorunda kaldığımız dallardan avuçlarımın kanaması pahasına da olsa kopardığım yapraklara, üç ay sonra büyük bir özlemle kısa bir süreliğine de olsa tekrar buluşacağımızı söyleyerek vedalaşırdım.

Resim


İnşallah bu keyfimiz bozulmazdı köyden çıkana kadar. Çünkü bagaja binmeye bizden hevesli, bizden büyük biri gelip, “ola ne işinuz var orda, düşersunuz aşağa” deyip bizi indirip kendisi binebilirdi her an. Köyün başından dibine kadar bütün duraklarına yaklaşmalarımızda acaba böyle bir yolcu varmı diye yüklerin kenarlarında bekleyenleri incelerdik. Eğer bizi bagajdan indirecek tipte birini görürsek gözgöze gelmemeye çalışırdık, araba hareket ederde hala daha bize ne işiniz var orda diyen olmayınca kaygılı kaygılı kasaya dönüp baktığımızda o kişinin kamyona binmediğini görecek olursak, “hadi bakalum bu durağı atlattık” der, keyfimize devam ederdik. Tam rahata ermemiz bayağı zaman alırdı. Çünkü önce tüm köyü üstten dolanıp Çaykaraya inecez, sonra Sarmaç’a, buraları da atlatırsak sıra, en büyük tehlike Kamali köprüsünde ki durağa gelirdi. Her zaman en fazla yolcu ve yük burada olurdu. Orada durarak geçirdiğimiz zamanı düşününce şimdi bile sıkıldım. Burayı da atlatırsak iş tamamdı.

Neydi bagajı bu kadar önemli kılan ? Bir kere, hele de bagajın sol tarafında isen ikinci pilotsun. Kasadaki her çocuk senin yerinde olmayı ister. Şineği de geçtikten sonra Harheş, alçak köprü derken yol gittikçe bozulurdu. Bu yüzden en önemlisi denge kontrolün kendi elindedir bagajda. Baktın ki tekerlek bir taşın üzerinden geçecek veya bir su akarına, çukuruna falan girecek hemen kavrarsın bagajı çevreleyen üç demirden birini ( dizlerini de bükmen gerekir bu sarsılma esnasında, şöfor mahlinin tavanına bastığını asdoç duymamalıdır-tek kayda değer dezavantajı bagajın-) ve şöfor mahlinden biraz daha fazla sağa sola yalpalasan da beklediğin sarsıntıya göre kendini ayarlarsın sonuçta. Bagajın hemen dibinde yaşlılar otururdu hem rüzgar almaz, hem de az sarsılır burası, ayrıca altlarında da oturmaya müsait yumuşaklıkta çamaşır yükleri olurdu. Ama daha çok genç ve çocukların oturduğu kasanın arka tarafı çok sarsılırdı. Kasadakiler bizim gibi arabanın ne zaman sarsılacağını göremediklerinden, güle oynaya, hoş sohbet yolculuklarının beklenmedik bir çok anında hiç ummadıkları aşağadan gelen bir darbeyle yerlerinden fırlayıp sonra yine oturdukları yere düşerlerdi. Hele çocuksan ve hafifsen yerine tekrar götüstü düşersen şanslısın demektir . İşin daha kötüsü arka taraflarda genelde odun yükleri olurdu. O yüzden bagajı kaptırmayı kim olsa istemezdi.

Yukarki ogeneden sonra rakım yükseldikçe, ağaçların da azalmaya başlamasıyla yaşadığım rakımsal değişimden duygu ve düşüncelerimde hızla değişmeye başlardı. Derebaşında mola verdiğimizde “tamam köy işi bitmiştir, tatil şimdi başlıyor” diye düşünürdüm. Hava birden soğur ve sertleşir, gördüğümüz insan tipleri değişir, köyden neredeyse görünemeyecek kadar uzaklarda duran kar “kürduk” leri, izin verseler koşup gidebileceğin yakınlıkta görünürdü. Sonradan tesis de denen hanın tuvaleti , berrak ve gürül gürül akan, suları buz gibi bir derenin kenarındaydı. “ Ben yaylaya gidene kadar bu soğuk sularda okuduğum yer olan Of’a gidecekler diye onlar adına üzülür, kendi durumuma sevinirdim. Beton veya taştan yapılmış, soğuk ve sesin yankılandığı bir lokantası vardı bu hanın, ama üst katındaki ahşap evin balkonundan bize bakan, merdeğe çıkan, aşağa sarkan çeşit çeşit çocukların olduğu üst katının tam tersi olduğunu düşünürdüm nedense.

Resim

Soğanlı dağlarının tepelerine bizi kavuşturacak, 13 tane 180 derecelik virajı olan uçuruma tırmanacağımız zaman kamyonun yarısı boşalırdı. Kestirmeden giden insanlar kamyonla aynı anda Demirkapı denen mevkiye ulaşırdı. Bagajı kaptırmama derdimden hiçbir yere sallanmazdım. Aslında kamyonun üç sefer geriye manevra yapıp döndüğü bu virajlarda kasanın en arkasında durmaktı en zevkli. Çünkü arka tekerler, geri manevra sırasında gelebileceği en son noktaya geldiği anda, daha arkaya uzanan kasanın arka ucu uçurumun üstünde olurdu ki müthiş bir yükseklik duygusu verirdi. Ama bagaj şansımın olduğu yolculuklarda bu zevki feda ederdim.

Resim

Virajları biritirip de dağ’a varınca, etraftaki “kürduk” leri görünce acaba yolumuza da çıkarmı endişesi taşımaya başlardı herkes. Ama hiçbir zaman bu endişe heyecanımıza, etrafla ilgimize engel olmazdı. Büyükler yayan geldikleri zamanların anılarını anlatır, çevresindekiler pür dikkat dinler, Asdoç amcanın müzik dinlediğini hatırlamam ama yaylaya giden diğer kamyonlar dağdan itibaren şöfor mahlinde çalan kemençenin sesini açardı. Hızlı yaşanan iklim ve rakım değişikliğinin şokunu atlatamayanlarınsa kimi yanından geçtiğimiz yaylanın şenlenip şenlenmediğine, kimi Bayburt ovasına, kimi tepedeki radarın hayret veren yüksekliğine, kimi yolun kenarındaki çoban köpeğine, kimi bulutların şeklinin neye benzediğini bulmak için bulutlara, kimi de yolun kenarındaki yeni açılmış kürduğun bu yaz sonuna kadar eriyip erimeyeceğini düşünerek kürduğe bakardı.


Resim

Ama çumavank virajına gelmeden hemen önceki kırana geldiğimizde artık kimse konuşmaz ve herkes aynı yere bakardı. Dokuz aydır bu dağların başında yalnız bıraktığımız, okullar biteli kavuşmak için gün saydığımız yaylamız artık karşımızdadır. Buradan sonra tekerleğin her dönüşü ağır ağır zum yapan bir kamera göreviyle bizi yaylamıza yaklaştırırdı. Biz yaylaya yaklaşırken bir yıldır bizleri ortalıkta göremeyen anavavulaların bize bakışlarında hem sevinç hem de şaşkınlık okunurdu.

Resim


Yaylaya saat 12 olmadan varmış olurduk. İlk iş, içeriye kar ve fare girmesin diye aralık olan yerlerini geçen yıl giderken tezekle kapadığımız kapıdan tezekleri söküp kapıyı ve pencere kapaklarını açmak olurdu. Formalarımı giyip top oynamaya gidebilmem için her zaman bana düşen bir işimi halletmem gerekirdi. Büyük bir insanın çatıya çıkması “hartomalara”, “saç”a zarar verebileceğinden, içine kar girmesin diye giderken kapattığımız bacanın üzerindeki kapağı kaldırmak bana düşerdi. Çeşme veya sülenlerden eve bir iki dönüm su taşıyan çocuklar yarım saate kalmaz evlerinden çıkmış olurdu.

Araba tekerleklerinin gittiği yerler hariç her yerin çimen bağladığı, toprağın üstü kuru görünse de içine emdiği kar sularından dolayı hissedilir bir yumuşaklığı olduğu , içindeki taşlara basıp atlaya atlaya karşısına geçtiğimiz derelerin eriyen kar sularından dolayı geçit vermez olduğu, taptaze haliyle bulduğumuz yaylamızda, adım vurarak eş seçme önceliğini verip, eşitliğe titizlikle önem gösterip kurduğumuz takımlarla maça başlardık açık bir havada. Komarlık tarafında ama çok yükseklerde olan tek bir bulut hariç apaçık bir havada başladığımız maçın ikinci yarısına varmaz hava kapardı. Derken ortalık kararır şimşeklerle gelen bir yağmur başlar, “titreme” taraflarında beyazlığı fark edilebilen dolu yağışı gelene kadar golü attık attık yoksa yenildik demektir. Canla başla yağmur çamur dinlemez mücadele verirken birden dolu yağışı bulunduğumuz yere gelir, caminin yanındaysak sığınacak yerler olurdu ama kamali mahallesinde oynuyorsak en yakın evlere girmek veya saraybağları altında beklemek zorundaydık. Anagaların olduğu evler sığınılabilecek evlerdi çünkü anaga olan evde çocuk da olurdu ve anlarlardı çocukların halinden. Baktık ki hava gittikçe kararıyor ve dolu’nun şiddeti artıyor, maçın devamını akşam üzeri yapmak üzere evlerimize koşardık kulaklarımızı ellerimizle kapatarak. Çünkü dolu tanelerinin en çok acıttığı yerler kulak kepçeleriydi. Eve girer üstümüzü değişir, biz dışarıdayken şekli verilip, süpürülüp, sobası yanan mutfağın pekesinde sırtımızı sobaya, kulağımızı çatıda saçlara çarpan dolu tanelerinin çıkardığı seslere verir, aklımızda yarım kalan maçın devamı uykuya dalardık. Saat 15-16 gibi uyandığımızda hava tekrar tamamen açmış olurdu. Akşama daha çok vardı.

Yaylaya çıkalı daha 4-5 saatken, sabahtan beri yaşadıklarımı düşünüce sanki köyden çıkalı aylar olmuş gibi gelirdi bana. Yeni bir yere bu kadar hızlı alışıp, öncekinin alışkanlıklarından kopabilmek yani adaptasyon yeteneğini; bu şekilde değişik şartları kısa zaman aralıkları içinde yaşayarak kazandığımızı düşünüyorum. Bizim yayla kuşağına bakınca fiziksel şartlardan kolay kolay şikayetçi olmayan, her türlü ortama ayak uydurabilen, yeni bir şeyle karşılaştıklarında afallamayan, izlemesini, dinlemesini, uymasını bilen ama bu üstünlüklerininde bilincinde ve havasında olan bir kuşak görürsünüz.

Bizleri yanlarından eksik etmeyen Kamali mahallesinin anagalarını düşündüm de gerçekten de hepsinin evlerinin içini bilirdik kendi evimiz gibi. Kaybettiklerimizden aklıma gelenlerden Hatice anaga ( altuncu), Kazanci Henife anaga, İsrenli (Haydar Kama’nın annesi), Deli Fadime’nin annesi, Gülzade anaga (Altuncu), Güner’lerin anaga (Ayal), Salehun İbrahim dayıganın anaga, Vesile hala (Kürdo), Fandula Hala (Ayal), İlhame hala (Ersezer), Behiye anaga (Çako’nun), Şafleyanın anaga, Recailer’in anagası (Ayan) nı sayabilirim. Hepsini saygı ve özlemle anıyorum. Gerçekten de anaga olmayan iki ev vardı bizim mahallede ki hiç bi çocuk içlerini bilmezdi, biri Şoayip dedeganın diğeri Fefel emicenun evi.

Balkonda başlamıştım düşünmeye, işte devam ettim, biter mi dediğim nöbet de bitmek üzere, artık iyice rahatladım. İşte her bahar sıkıntılı günlerimde içime doğan bu ferahlığın nedeni özgürlüğün tadı damağımda yaptığım yayla yolculuklarım.

Hep çok yediğinden dolayı kilolu olduğunu söyleyip eleştirdiğimiz babaannemi nöbet çıkışı ziyaret ettim. Babamın annemi sevdiğini nerde, nasıl duyduğunu ve sonraki isteme fasıllarını sordum, tüm ayrıntıları ile anlattı bana, fotoğraflarını çekip, yanaklarından öpüp çıktım. Eve gelince fotoğraflara baktığımda gördüm ki 50 yıldır yüzük parmağında olan yüzüğünü orta parmağına takmaya başlamış…


Resim
Kullanıcı avatarı
Bülent Altuncu
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 1533
Kayıt: Prş Ara 08, 2005 8:55 pm
Konum: Van (Erciş)

Mesajgönderen Köksal Ağaoğlu » Cmt Mar 31, 2007 9:50 pm

Sosyal hedefleri tükenmiş insanlarımızın sığınağı eğlence kültürüne inat bu meşakkatli yazısıyla sıradanlaşan yaşamımızı canlandıran, hatıralarıyla sarmaş dolaş kardeşim Bülent’e teşekkürden başka ekleyecek söz bulamadım.
Kullanıcı avatarı
Köksal Ağaoğlu
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 176
Kayıt: Pzt Eki 24, 2005 5:30 pm
Konum: Trabzon

Mesajgönderen Serkan Birinci » Cmt Mar 31, 2007 10:15 pm

üstad, yine konuşturmuşsun klavyeyi.hele de "Bu şeytani havalar beni evden çıkaramasa da aklımı başımdan çıkarır" ifadesi çok güzeldi. klavyene sağlık........

patlamış dudaklar, tezek kokusu, toz, sanki kripton gezegeninin insanıymışsın misali her seferinde "kimin uşağisun" sorularına cevap vermek demekdi benim için yayla bi tarihler. hala da kemerin altında mis gibi temiz hava, insanın aklını başından alacak bir tabiat güzelliği, iyi donatılmış bir sofra ve soğuk su dışında çok derin izleri yok bende. bir de köy hayatına inat içiçe girmiş evler demek olsa da yayla benim için Bülent'in bu özlem dolu Yayla sevdasını kıskanmadım desem yalan olur.

ne diyelim. vira bismillah. bahar geldi nasılsa.
Serkan Birinci
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 260
Kayıt: Cum Eyl 16, 2005 7:18 am
Konum: Ankara

Mesajgönderen Cengiz Selimoğlu » Pzr Nis 01, 2007 9:53 am

Önce sitemlerimi bildireyim.Bugün sınavım vardı ve ben bu yazıyı okuduktan sonra sınava konsantre olma şamsım hiç kalmadı.Bula bula bugünümü buldun.Bana mazide kalmış, özlemini her nefes alışımda hissettiğim o günleri tekrardan yaşattığın için milyonlarca teşekkürler.Bütün kaybettiklerimizi gözlerimizin önüne koydun yine ve o günleri yeniden yaşatırcasına.Bukadarmı güzel yazılırdı?Ağlattın beni ama helal olsun.Ömrün bol olsun kaybolmaya yüz tutmuş böyle güzellikleri bizden sonrakilerlede baylaşasın.Kim ne düşünür bilmem ama bundan sonra isteyen yazar siteye isteyen yazmaz.Artık benim hergün okumaktan hiç usanmayacağım bir tarih var burda, işte bu sevgili bülent ne yazacağımıda şaşırdım. Yani bukadar güzel anlatımları bizimle paylaşmak için demek 32 saat çalışman gerekiyomuş.İyiki nöbetci oldun o akşam
En son Cengiz Selimoğlu tarafından Pzt Nis 02, 2007 7:47 am tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
Cengiz Selimoğlu
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 520
Kayıt: Pzt Nis 10, 2006 3:32 pm

Mesajgönderen Sami Ayan » Pzr Nis 01, 2007 9:14 pm

Öncelikle şunu belirtmeliyimki bu yazıyı uzun bulup okumadan geçenler çok şey kaybedecek. Bütün bir çocukluğumuzu, özlemlerimizi, hasretlerimizi tüm ayrıntısıyla ve mükemmel bir nostalji ile yoğurarak sunmuş bize Bülent kardeşim. Yazı yazmak her ne kadar gözlem, bilgi, birikim beceri işi ise de en önemlisi duygu işidir. Burada yöremiz coğrafyasından yetişen, kaderini Şur coğrafyasının çizdiği insanların ortak duygularını bulacaksınız. Teşekkürler dostum.
Kullanıcı avatarı
Sami Ayan
Site Yönetim
Site Yönetim
 
Mesajlar: 724
Kayıt: Çrş Eyl 21, 2005 11:09 pm
Konum: Çaykara-Şahinkaya

Mesajgönderen Sabri Kahveci » Pzt Nis 02, 2007 10:35 am

Yarım kalan maçları bir ara halledelim :D :D
Kullanıcı avatarı
Sabri Kahveci
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 236
Kayıt: Prş Ara 29, 2005 2:26 pm
Konum: TRABZON

Mesajgönderen Fatma Ozbilgi » Pzt Nis 02, 2007 1:07 pm

Cocuklugumuzu o guzel anilari yeniden bize yasatmis olan, Bulent'e sonsuz tesekkurler tek kelimeyle harika bir paylasim, dilerim surekli haboyle nobetlere kalursun :) ve bizimle gecmisimizin anilarini tekrardan yazilara dokersin...
Kullanıcı avatarı
Fatma Ozbilgi
Site Yönetim
Site Yönetim
 
Mesajlar: 5100
Kayıt: Pzr Eyl 04, 2005 6:06 pm
Konum: Fransa/ Lille/Ankara/ Caykara Sahinkaya

Mesajgönderen Yılmaz Ersezer » Pzt Nis 02, 2007 5:53 pm

Baklavayı çok severdim ki çocukken, tepside az kaldıysa yememek sonraya bırakabilmek için dayanabildiğim müddetçe kavga ederdim kendimle. Bu yazıyı da aynı o çocukluğumun baklavaları gibi yedim. Okudukça aşağı doğru göz gezdirip az kaldı ise durayım, yavaşlayayım, bitmesin heyecanı ile. Çok teşekkürler sevgili kardeşim. Eline, yüreğine sağlık.
Kullanıcı avatarı
Yılmaz Ersezer
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 227
Kayıt: Sal Ara 13, 2005 10:48 pm
Konum: ISTANBUL

Mesajgönderen İlkay Güvercin » Pzt Nis 02, 2007 8:15 pm

Okumaya saat 23 de başladım.Kamalidan henüz yola yeni çıkılmıştı ve okumamaya karar verdim.Yarın daha sakin bir kafayla okuyup o günlere dönerim diye.Bülent sahi amcan gibi sende bunları anılarına yazdında şimdi mi yazıya döküyorsun?İşin şakası bu.Ama anıların bu kadar berrak olarak hatırlanıp,bu kadar güzel anlatımı ve yazımı.Pes demekten başka diyecek bir şey bulamıyorum.Bu arada mabeyinde ki süpürge ters duruyor galiba.Yoksa Hadi da süpürgeyi işi bitince öylemi yerine koyardınız.
Kullanıcı avatarı
İlkay Güvercin
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 566
Kayıt: Çrş Kas 02, 2005 1:47 pm
Konum: kütahya

Mesajgönderen Cengiz Selimoğlu » Pzt Nis 02, 2007 9:27 pm

İlkay abi ben açıklayayım sübürgeyi öyle koydular dikkat edersen kapıya dayakladılar kapı kapanmasın diye başlık kısmı yukardan olsa sübürke yıkılır ve kapıda kapanır.Sübürkenin başlık kısmını yere sübürgeyide kapıya dayakladılar.Bunu belkide bülentde farketmedi e buda benim zekiliğim :D
Kullanıcı avatarı
Cengiz Selimoğlu
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 520
Kayıt: Pzt Nis 10, 2006 3:32 pm

Mesajgönderen İlkay Güvercin » Sal Nis 03, 2007 2:44 pm

Geri kalan bölümü okudum.Yıllardır hatırlamadığım anıları tekrar hatırladım.Evet ğalaz en çokta kulaklarımızı hırpalardı.Yaylada bir gün geçirmemiz sanki 1 aylık süreye denk gelirdi.Bülent eline sağlık.
Kullanıcı avatarı
İlkay Güvercin
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 566
Kayıt: Çrş Kas 02, 2005 1:47 pm
Konum: kütahya

Mesajgönderen Mehmet Aydinli » Çrş Nis 04, 2007 6:50 pm

Evet tek kelimeyle harika ve pes vallahi.Bülent sen bir belgesel hazırlasana. :D :D .inanki reytingden yana hiçbir sorunun olmaz.
eline yüreğine sağlık.
Sadece şunu yazabilirim; işte tek kelimeyle bu bir belgesel.
Hazırlayan :BÜLENT ALTUNCU.
Çekim: BÜLENT ALTUNCU
Yazan: .BÜLENT ALTUNCU.
Yayına veren: BÜLENT ALTUNCU
Derleyen:BÜLENT ALTUNCU
Yayımcı kuruluş:www.sahinkayalilar.com
En son Mehmet Aydinli tarafından Cum Nis 20, 2007 2:51 pm tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
Mehmet Aydinli
Site Yönetim
Site Yönetim
 
Mesajlar: 2166
Kayıt: Sal Kas 15, 2005 11:47 am
Konum: Trabzon

Mesajgönderen Fatma Ozbilgi » Çrş Nis 04, 2007 6:55 pm

Mehmet Aydinli yazdı:Evet tek kelimeyle harika ve pes vallahi.Bülent sen bir belgesel hazırlasana. :D :D .inanki reytingden yana hiçbir sorunun olmaz.
eline yüreğine sağlık.
Sadece şunu yazabilirim; işte tek kelimeyle bu bir belgesel.
Hazırlayan :BÜLENT ALTUNCU.
Çekim: BÜLENT ALTUNCU
Yazan: .BÜLENT ALTUNCU.
Yayına veren: BÜLENT ALTUNCU
Derleyen:BÜLENT ALTUNCU
Yayımcı kuruluş:www.sahinkayalilar.com


Bencede cok dogru soyledin Mehmet bende sana katiliyorum, yayin evi olarakta ayriyetten cok mutluyuz dimi :) :)
Kullanıcı avatarı
Fatma Ozbilgi
Site Yönetim
Site Yönetim
 
Mesajlar: 5100
Kayıt: Pzr Eyl 04, 2005 6:06 pm
Konum: Fransa/ Lille/Ankara/ Caykara Sahinkaya

Mesajgönderen Mehmet Aydinli » Çrş Nis 04, 2007 7:28 pm

Evet Fatma , yayıncı kuruluş olarak çok mutluyuz.
Daha nice belgesellere güzel çalışmalara hep beraber imza atacağımıza şüphem yok..Şu ana kadarki çalışmalar bunun bir provası olduğunu herkesin bilmesini isterim.
herkese saygı sevgi ve sevgilerimle.
Kullanıcı avatarı
Mehmet Aydinli
Site Yönetim
Site Yönetim
 
Mesajlar: 2166
Kayıt: Sal Kas 15, 2005 11:47 am
Konum: Trabzon

Mesajgönderen Özgür Hasan Altuncu » Prş Nis 05, 2007 10:48 am

Abi neden yazmıyorsun diye sordum. Vakitsizlikten üstün körü bakabildiğim sitemizde her yeni yazıyı takip etme şansım olmadığı için sordum. Oysa bir başyapıt, bir destan günlerdir okunmak için bekliyordu. Dün gece yazıyı okumaya başladım. Toplantıya girmem gerekiyordu. Yazının çıktısını aldım. Tam on sayfa. Toplantıda herkes konuyla ilgili notlara baktığımı sandığı için rahattım. Bir ara yazıya öyle daldım ki, sorulan bir soruya, "yaylaya gidiyorum" diye yanıt verdim. Müdürlerin ve çalışma arkadaşlarımın şaşkınlığını anlatamam. Kısa bir sessizlik ve kahkaha.. toplantı bitti ve hep birlikte yemeğe gidildi. Ve kahretsin ki ben çıktılarımı yemek yediğimiz Restuarantta unuttum. Oysa daha bu destanın başındaydım. Sabaha karşı eve gittiğimde çok uykusuzdum. Bilgisayarı açamadan uyudum. Yeni kalktım ve ilk iş olarak bilgisyarın başına oturdum. Damağımda kalan tadı tamamlamak için. Ne de iyi yapmışım. kendimi çok iyi hissediyorum. Başka bir dünyadan gelmiş gibi hissediyorum. Bütün bunları bir hekime borçluyum. Gönül hekimine... Bülent Hakan ALTUNCU'ya saygılarımla...
Kullanıcı avatarı
Özgür Hasan Altuncu
Bölum yetkilisi
Bölum yetkilisi
 
Mesajlar: 87
Kayıt: Pzt Ağu 28, 2006 6:15 pm
Konum: İstanbul

Sonraki

Dön CAYKARAMIZ, ŞAHİNKAYA KÖYÜMÜZ VE KUŞMER YAYLAMIZ

Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 6 misafir