Evin perdeleri kapalı ama güneş doğdukça içeri giren ışığın yoğunluğundan havanın açık olduğu anlaşılıyor. Hazırlıklarımı yaptım, saate baktım, bir on dakikam daha var. Bari balkonda bir sigara içeyim dedim, böyle mübarek bir günün şerefine. Balkona çıktım ki gökyüzü alabildiğine mavi ve tek bir bulut yok, Karadeniz ismine hakkını verecek kadar koyu lacivert ve ufuk gözün ne kadar görebiliyorsa orası, erikler çiçek açmış, ortalık kuş sesleriyle cıvıl cıvıl. Bir anda toparlandım, uyarı seslerinin olumlularını da düşünebilmeye başladım ve kendime geldim. Baharın geldiğini haber veren bu kuş sesleri ne kadar da iyi geliyor insana, ilkokulda dersin bittiğini haber veren zil den daha güzel bir ses olabilir miydi hiç, ramazan da artık yiyebileceğimizi haber veren akşam ezanından daha istekle beklediğimiz bir ezan oldu mu hiç. İçimi çocukluktan kalma bir heyecan kapladı, hiç de rahatsız etmeyen, aksine sabaha kadar uyumadan beklediğim bir korna sesi aklıma geldi.
Çocukuluk ve ilk gençlik yıllarımdan beri mart soğuklarını yaşadığımız günlerden birinin ertesinde baharın geldiğini sürpriz bir şekilde haber veren kuş cıvıltılarıyla uyandığım her ilk bahar sabahı aynı heyecanı ve sevinci yaşarım aslında. O zamanlar hayalini kurduğum ve iki ay sonra işiteceğim korna sesini 25 yıldır işitmesem de ve bundan sonra da işitemeyeceksem de yine aynı hayalin heyecanını yaşarım nedense. O yıllardaki bahar hayallerimi bir tarafa koyup gerçekleri hatırlayacak olsam aslında hiç de hoş geçmezdi bahar aylarım. Çünkü okulun ikinci döneminin ikinci veya son yazılı sınavlarının yapıldığı zamanlar olurdu bu aylar. Güneşin berrak ışınları doğudan batıya evin odalarını bir bir gezerken, bahar temizliğini martın soğuğunda yapmış annemin karbeyazı tülleri arkasında, sırtıma güneşi alıp uzanabileceğim her yere kitap ve deftelerimi serip- toplayıp, oda oda güneşin peşinde koşturup ders çalışırdım. Hem kış boyu evlerine hapsolmuş, havaların ısınmasıyla “dışarı iskemlelerini” ve elişlerini yanına alıp dışarı çıkmış, akşama kocaları kahveye falan uğramadan erkenden eve gelir mi sorusundan başka dertleri olmayan evkadınlarının keyifli sohbetlerini pencereden seyredip, hem de kış boyu dışarı atamadıkları enerjilerini baharın ilk günlerinde avazları çıktığı kadar bağırıp, koşturarak atmaya çalışan çocukların sevinç çığlıkları arasında. Çalışmak zorundaydım çünkü birinci dönem notlarım ne kadar iyi olursa olsun ikinci dönem bir not aşağı gelmemeliydi. 9 olan bir dersim ikinci dönem 8 gelse, bütünlemeye kalan arkadaşlarımdan daha çok üzülürdüm. Babam kendi döneminin gerçeği olarak ne kadar çok ve iyi yerlerde okursan o kadar kaliteli bir yaşam sürülür düşüncesindeydi ve bende ona sonuna kadar inanıyordum. Bana herhangi bir mal veya para bırakamıyacağını ama okumam için her şeyini verebileceğini anlatmıştı. Bu demekti ki ona hayatında elde edemeyeceği mal ve varlığı ben okuyarak ona armağan edebilirdim. Tabi babam zamanın neleri değiştirebileceğini öngöremedi bu da ayrı bir konu. Sadece o değil ben de öngöremedim doğrusu."Ne ekersen onu biçersin" dendi bize, bende şartlarımızın üzerime yüklediği sorumluluklardan hareketle biçmek zamanını eğitim hayatımın sonuna bırakarak, uzun bir dönemi ders çalışmaya ayırdım. Evin dışındaki bahar tüm çekiciliği ile aklımı çelmeye çalışsa da şeytana uymuyordum.
İşte böyle , yeniden filizlenen dalların, cıvıldayan kuşların, dışardaki tasasız kadınların, çığlık atan çocukların tüm kışkırtıcıklarına rağmen ders çalışmak zorunda kaldığım zor günlerde lacivert sularına inat, gözümü karadenizden ters yöne çevirip, hala daha karları erimemiş yüksek dağlara bakınca içime bir ferahlık doğardı.Aklıma iki ay sonra o dağlardaki yaylamıza yapacağım yolculuk ve yaz tatillini geçireceğim yaylamız gelirdi. Bu şeytani havalar beni evden çıkaramasa da aklımı başımdan çıkarır, bir yayla yolculuğu yaptırır sonra tekrar derse dönerdim. O zamandan beri de ne zaman bahar aniden kendini hissettirse hep aynı yolculuğun heyecanına kapılırım.
Zor günler kolay bitmez ama aylar çabuk biter.Birden okulun sonu gelir,tüm sıkıntıları üstümden atmış, özgürlüğün tadı damağımda kendimi önce köy sonrada yayla yollarında bulurdum.
Dağlarda eriyen karların sularıyla derelerin gürül gürül aktığı, yeşilin bulduğu her delikten fışkırdığı, iki ay sonra evler arası kestirme yolları kapatacak olan mısırların başverdiği günlerde, eriklerin ve “hamucera” dediğimiz yaban çileklerinin ağız buruşturan ekşi tatları dilimizde, bir aya kalmaz olgunlaşıp alacakları tatlı halleri aklımızda kalsa da, yaylaya çıkılacak günün bir öncesi günün heyecanı hala kalbimin çarpıntısında saklı durur. Ondört saat süren eski yayan yolculukların alışkanlığı olarak babaannem fırınlı sobanın başında heyecanla bol yağlı ve bol yumurtalı” filobida” dediğimiz poğaçaları bir bölüğe yetecek kadar çok miktarda hazırlarken , ben “mabeyin” dediğimiz salonun avluya açılan kapısının arkasına yığılmış çuvallar içindeki yayla yüklerinin arasında dolaşır bir şey unuttuk mu diye yükleri incelerdim. Unutulmaması gerekenler arasında dedemin meşin kılıf içindeki radyosu, traş aynası, tası, kuran’ı, yakın ve uzak gözlükleri, hava sirkülasyonu bol olacak şekilde delikli fötr şapkası, Bayburt’a gidiş gelişlerinde ve yaylaya bürokrat biri geldiğinde takacağı kravatları, yaylanın tapularının, hesaplarının, mahkeme tutanaklarının saklandığı çantası, babaannemin yaylaya çıkımın ilk günlerinde ayakları şişince kanını emdirecek “sülük” dediği şişe içinde duran kan emen solucanları, karnımız ağırdığında içine kaynamış su konulup ağıran yerde tuttuğumuz plastik torba, romatizma merhemleri, brufen hapları, arko krem, benim yaz tatili kitaplarım, “musubara” dediğimiz Kuran dili kitabım olurdu. Ama bunlardan çok daha önemli bir şey vardı ki o da dedemin her yıl karne hediyesi olarak aldığı bordo-mavi şort, forma ve tozluklar. Formam her yıl Trabzonsporun forveti İskender’in numarası olan 11 numara olurdu ki gölgemin bile ona benzediğini düşünürdüm.Ama kara lastikten terfi ettikten sonra ayakkabılarım her yıl değişik oldu. Önce “panter”, ardından“esem sport”, sonra “mekap” derken krampona kadar yükselmiştim. Baştan aşağa yeni kıyafetler giymeyi çok dikkat çeker diye düşündüğümden bir kez olsun giydirememişlerdi bana ama yaylanın ortasında trabzonspor kampından kaçmış gibi dolaşmaktan hiç çekinmezdim nedense. Asıl amacım bunların bulunduğu çuvalı sağlama almaktı. Yarın bir olsaydı da şunları baştan aşağı giysem diye sabırsızlıktan çatlardım. Bir gün önceden odunlar gibi büyük yükleri evin yukarısındaki yola çıkarmış olurduk.

Akşama kalmaz hazırlıklar biterdi ama bundan sonra vakit geçmek bilmezdi. Erkenden yenen akşam yemeğinden sonra haberleri ve özellikle hava durumunu dinleyip yatardık. Heyecandan uykum gittikçe açılır, strese girerdim.Sabaha karşı uykuya yeni dalmış olurdum ki bu seferde babaannem zifir karanlıkta kahvaltıya kaldırırdı bizi. Biraz zor olsa da uyanmam, dakikalar içinde cin gibi olurdum. Gerçek ismini hiçbir zaman duymadığım ve bilmediğim, şimdi düşününce bir kamyon markasından aldığını anladığım lakabıyla hem kendisi hem de arabası özdeşleşmiş Asdoç amcanın Thames kamyonu evimizin yukarısındaki “kıran” denen sırtta dururdu. Ne kadar erken kalksakta kamyonun köyü baştan aşağa dolaşıp yola çıkması bir saatten fazla zaman alacağından Asdoç amca her yıl bizden erkenci olurdu. Gecenin karanlığının ancak laciverte döndüğü sabah ezanı vakitleri “Hadi boğazı” sinirli sinirli çalındığı her halinden belli olan kornayla inlerdi. Aylardır hayalini kurup beklediğim an artık başlıyordu.

Kamyondaki ilk çocuklar, ben ve Naci amcamın oğlu Özgür Hasan olurduk. Asdoç amcanın bir kez olsun çocuklara güldüğünü veya sevdiğini görmemiştim. Bizlerle en ilgili anı, “ola eşoğoli eşek” diye yanına çağırıp ardından bizden yapmamız için bişe istediği veya birini sorduğu anlardı. O zamanlar Asdoç amcanın yaylada ev yapma hakkı olmadığını, yaylalarının başka bir yerde olduğunu öğrendiğimde yoksa bu durum mu zoruna gidiyor diye de düşünmüştüm, öfkeli halinin nedenini anlamaya çalışırken. Çünkü bana göre herkesin gözü bizim yayladaydı, yoksa hartlıların, çumavanklıların, zargidililerin bizle ne zoru olabilirdi ki. Gerçi köydeki tüm kamyon şöförlerinin de işlerinin yorucu oluşundan olsa gerek, böyle yolculuklar öncesi aceleci ve sinirli bir halleri olurdu hep. Her ne olursa olsun bir dediklerini iki etmezdik. Sonuçta köyden mahalle komşumuz olan asdoç amca, yolcuları içinde önceliği hep bize tanıyıp, şöfor mahallini dedemle babaanneme ayırırdı, demek ki bir farkımız vardı onun gözünde diğer mahallerden olan köylülerimizden diye düşünürdüm. Ayrıca yaz boyu her yaylaya gelişinde kamyonun kasasına alınacak çocukları seçme yetkisini kendisine sormadan üstlenmeme hiçbir şey demezdi, sanki bunun farkındaydı ve hadi mahallesinin çocuklarına daha toleranslıydı. Her zaman çok kısa kesilmiş düz saçlarının arasına erken yaşta kırların düştüğü, çatık kaşlı, zayıf çehresiyle hayalimde canlanan asdoç amcayı herkese aynı ciddiyetle yaklaşımından ötürü tutarlı bulup saygı duyardım. Bizim üstinki kıranda bekleyen kamyona üç hanenin yükleri yüklenene kadar güneşte doğmaya başlardı.

Sabahın duru serinliğinde yol kenarında kıpırdamadan duran ot ve yaprakları, asdoç amcanın kontağı çevirip ardıardına gaza basmasıyla egzozdan patlarcasına boşalan yanmış mazot dumanının rüzgarıyla uykularından uyandırıp fren sesleriyle yol çıkardık. Şöfor mahallinin üzerindeki bagajın pranda olan tarafındaki yerimi alır yolun üst tarafındaki yamaçlarda asılı duran hamuceralara bakıp onlarla bu yıl bir daha görüşemeyeceğimi içimden geçirirdim, ama ikide bir üzerimize gelip gözümüze batmaması için başımızı eğmek zorunda kaldığımız dallardan avuçlarımın kanaması pahasına da olsa kopardığım yapraklara, üç ay sonra büyük bir özlemle kısa bir süreliğine de olsa tekrar buluşacağımızı söyleyerek vedalaşırdım.

İnşallah bu keyfimiz bozulmazdı köyden çıkana kadar. Çünkü bagaja binmeye bizden hevesli, bizden büyük biri gelip, “ola ne işinuz var orda, düşersunuz aşağa” deyip bizi indirip kendisi binebilirdi her an. Köyün başından dibine kadar bütün duraklarına yaklaşmalarımızda acaba böyle bir yolcu varmı diye yüklerin kenarlarında bekleyenleri incelerdik. Eğer bizi bagajdan indirecek tipte birini görürsek gözgöze gelmemeye çalışırdık, araba hareket ederde hala daha bize ne işiniz var orda diyen olmayınca kaygılı kaygılı kasaya dönüp baktığımızda o kişinin kamyona binmediğini görecek olursak, “hadi bakalum bu durağı atlattık” der, keyfimize devam ederdik. Tam rahata ermemiz bayağı zaman alırdı. Çünkü önce tüm köyü üstten dolanıp Çaykaraya inecez, sonra Sarmaç’a, buraları da atlatırsak sıra, en büyük tehlike Kamali köprüsünde ki durağa gelirdi. Her zaman en fazla yolcu ve yük burada olurdu. Orada durarak geçirdiğimiz zamanı düşününce şimdi bile sıkıldım. Burayı da atlatırsak iş tamamdı.
Neydi bagajı bu kadar önemli kılan ? Bir kere, hele de bagajın sol tarafında isen ikinci pilotsun. Kasadaki her çocuk senin yerinde olmayı ister. Şineği de geçtikten sonra Harheş, alçak köprü derken yol gittikçe bozulurdu. Bu yüzden en önemlisi denge kontrolün kendi elindedir bagajda. Baktın ki tekerlek bir taşın üzerinden geçecek veya bir su akarına, çukuruna falan girecek hemen kavrarsın bagajı çevreleyen üç demirden birini ( dizlerini de bükmen gerekir bu sarsılma esnasında, şöfor mahlinin tavanına bastığını asdoç duymamalıdır-tek kayda değer dezavantajı bagajın-) ve şöfor mahlinden biraz daha fazla sağa sola yalpalasan da beklediğin sarsıntıya göre kendini ayarlarsın sonuçta. Bagajın hemen dibinde yaşlılar otururdu hem rüzgar almaz, hem de az sarsılır burası, ayrıca altlarında da oturmaya müsait yumuşaklıkta çamaşır yükleri olurdu. Ama daha çok genç ve çocukların oturduğu kasanın arka tarafı çok sarsılırdı. Kasadakiler bizim gibi arabanın ne zaman sarsılacağını göremediklerinden, güle oynaya, hoş sohbet yolculuklarının beklenmedik bir çok anında hiç ummadıkları aşağadan gelen bir darbeyle yerlerinden fırlayıp sonra yine oturdukları yere düşerlerdi. Hele çocuksan ve hafifsen yerine tekrar götüstü düşersen şanslısın demektir . İşin daha kötüsü arka taraflarda genelde odun yükleri olurdu. O yüzden bagajı kaptırmayı kim olsa istemezdi.
Yukarki ogeneden sonra rakım yükseldikçe, ağaçların da azalmaya başlamasıyla yaşadığım rakımsal değişimden duygu ve düşüncelerimde hızla değişmeye başlardı. Derebaşında mola verdiğimizde “tamam köy işi bitmiştir, tatil şimdi başlıyor” diye düşünürdüm. Hava birden soğur ve sertleşir, gördüğümüz insan tipleri değişir, köyden neredeyse görünemeyecek kadar uzaklarda duran kar “kürduk” leri, izin verseler koşup gidebileceğin yakınlıkta görünürdü. Sonradan tesis de denen hanın tuvaleti , berrak ve gürül gürül akan, suları buz gibi bir derenin kenarındaydı. “ Ben yaylaya gidene kadar bu soğuk sularda okuduğum yer olan Of’a gidecekler diye onlar adına üzülür, kendi durumuma sevinirdim. Beton veya taştan yapılmış, soğuk ve sesin yankılandığı bir lokantası vardı bu hanın, ama üst katındaki ahşap evin balkonundan bize bakan, merdeğe çıkan, aşağa sarkan çeşit çeşit çocukların olduğu üst katının tam tersi olduğunu düşünürdüm nedense.

Soğanlı dağlarının tepelerine bizi kavuşturacak, 13 tane 180 derecelik virajı olan uçuruma tırmanacağımız zaman kamyonun yarısı boşalırdı. Kestirmeden giden insanlar kamyonla aynı anda Demirkapı denen mevkiye ulaşırdı. Bagajı kaptırmama derdimden hiçbir yere sallanmazdım. Aslında kamyonun üç sefer geriye manevra yapıp döndüğü bu virajlarda kasanın en arkasında durmaktı en zevkli. Çünkü arka tekerler, geri manevra sırasında gelebileceği en son noktaya geldiği anda, daha arkaya uzanan kasanın arka ucu uçurumun üstünde olurdu ki müthiş bir yükseklik duygusu verirdi. Ama bagaj şansımın olduğu yolculuklarda bu zevki feda ederdim.

Virajları biritirip de dağ’a varınca, etraftaki “kürduk” leri görünce acaba yolumuza da çıkarmı endişesi taşımaya başlardı herkes. Ama hiçbir zaman bu endişe heyecanımıza, etrafla ilgimize engel olmazdı. Büyükler yayan geldikleri zamanların anılarını anlatır, çevresindekiler pür dikkat dinler, Asdoç amcanın müzik dinlediğini hatırlamam ama yaylaya giden diğer kamyonlar dağdan itibaren şöfor mahlinde çalan kemençenin sesini açardı. Hızlı yaşanan iklim ve rakım değişikliğinin şokunu atlatamayanlarınsa kimi yanından geçtiğimiz yaylanın şenlenip şenlenmediğine, kimi Bayburt ovasına, kimi tepedeki radarın hayret veren yüksekliğine, kimi yolun kenarındaki çoban köpeğine, kimi bulutların şeklinin neye benzediğini bulmak için bulutlara, kimi de yolun kenarındaki yeni açılmış kürduğun bu yaz sonuna kadar eriyip erimeyeceğini düşünerek kürduğe bakardı.

Ama çumavank virajına gelmeden hemen önceki kırana geldiğimizde artık kimse konuşmaz ve herkes aynı yere bakardı. Dokuz aydır bu dağların başında yalnız bıraktığımız, okullar biteli kavuşmak için gün saydığımız yaylamız artık karşımızdadır. Buradan sonra tekerleğin her dönüşü ağır ağır zum yapan bir kamera göreviyle bizi yaylamıza yaklaştırırdı. Biz yaylaya yaklaşırken bir yıldır bizleri ortalıkta göremeyen anavavulaların bize bakışlarında hem sevinç hem de şaşkınlık okunurdu.

Yaylaya saat 12 olmadan varmış olurduk. İlk iş, içeriye kar ve fare girmesin diye aralık olan yerlerini geçen yıl giderken tezekle kapadığımız kapıdan tezekleri söküp kapıyı ve pencere kapaklarını açmak olurdu. Formalarımı giyip top oynamaya gidebilmem için her zaman bana düşen bir işimi halletmem gerekirdi. Büyük bir insanın çatıya çıkması “hartomalara”, “saç”a zarar verebileceğinden, içine kar girmesin diye giderken kapattığımız bacanın üzerindeki kapağı kaldırmak bana düşerdi. Çeşme veya sülenlerden eve bir iki dönüm su taşıyan çocuklar yarım saate kalmaz evlerinden çıkmış olurdu.
Araba tekerleklerinin gittiği yerler hariç her yerin çimen bağladığı, toprağın üstü kuru görünse de içine emdiği kar sularından dolayı hissedilir bir yumuşaklığı olduğu , içindeki taşlara basıp atlaya atlaya karşısına geçtiğimiz derelerin eriyen kar sularından dolayı geçit vermez olduğu, taptaze haliyle bulduğumuz yaylamızda, adım vurarak eş seçme önceliğini verip, eşitliğe titizlikle önem gösterip kurduğumuz takımlarla maça başlardık açık bir havada. Komarlık tarafında ama çok yükseklerde olan tek bir bulut hariç apaçık bir havada başladığımız maçın ikinci yarısına varmaz hava kapardı. Derken ortalık kararır şimşeklerle gelen bir yağmur başlar, “titreme” taraflarında beyazlığı fark edilebilen dolu yağışı gelene kadar golü attık attık yoksa yenildik demektir. Canla başla yağmur çamur dinlemez mücadele verirken birden dolu yağışı bulunduğumuz yere gelir, caminin yanındaysak sığınacak yerler olurdu ama kamali mahallesinde oynuyorsak en yakın evlere girmek veya saraybağları altında beklemek zorundaydık. Anagaların olduğu evler sığınılabilecek evlerdi çünkü anaga olan evde çocuk da olurdu ve anlarlardı çocukların halinden. Baktık ki hava gittikçe kararıyor ve dolu’nun şiddeti artıyor, maçın devamını akşam üzeri yapmak üzere evlerimize koşardık kulaklarımızı ellerimizle kapatarak. Çünkü dolu tanelerinin en çok acıttığı yerler kulak kepçeleriydi. Eve girer üstümüzü değişir, biz dışarıdayken şekli verilip, süpürülüp, sobası yanan mutfağın pekesinde sırtımızı sobaya, kulağımızı çatıda saçlara çarpan dolu tanelerinin çıkardığı seslere verir, aklımızda yarım kalan maçın devamı uykuya dalardık. Saat 15-16 gibi uyandığımızda hava tekrar tamamen açmış olurdu. Akşama daha çok vardı.
Yaylaya çıkalı daha 4-5 saatken, sabahtan beri yaşadıklarımı düşünüce sanki köyden çıkalı aylar olmuş gibi gelirdi bana. Yeni bir yere bu kadar hızlı alışıp, öncekinin alışkanlıklarından kopabilmek yani adaptasyon yeteneğini; bu şekilde değişik şartları kısa zaman aralıkları içinde yaşayarak kazandığımızı düşünüyorum. Bizim yayla kuşağına bakınca fiziksel şartlardan kolay kolay şikayetçi olmayan, her türlü ortama ayak uydurabilen, yeni bir şeyle karşılaştıklarında afallamayan, izlemesini, dinlemesini, uymasını bilen ama bu üstünlüklerininde bilincinde ve havasında olan bir kuşak görürsünüz.
Bizleri yanlarından eksik etmeyen Kamali mahallesinin anagalarını düşündüm de gerçekten de hepsinin evlerinin içini bilirdik kendi evimiz gibi. Kaybettiklerimizden aklıma gelenlerden Hatice anaga ( altuncu), Kazanci Henife anaga, İsrenli (Haydar Kama’nın annesi), Deli Fadime’nin annesi, Gülzade anaga (Altuncu), Güner’lerin anaga (Ayal), Salehun İbrahim dayıganın anaga, Vesile hala (Kürdo), Fandula Hala (Ayal), İlhame hala (Ersezer), Behiye anaga (Çako’nun), Şafleyanın anaga, Recailer’in anagası (Ayan) nı sayabilirim. Hepsini saygı ve özlemle anıyorum. Gerçekten de anaga olmayan iki ev vardı bizim mahallede ki hiç bi çocuk içlerini bilmezdi, biri Şoayip dedeganın diğeri Fefel emicenun evi.
Balkonda başlamıştım düşünmeye, işte devam ettim, biter mi dediğim nöbet de bitmek üzere, artık iyice rahatladım. İşte her bahar sıkıntılı günlerimde içime doğan bu ferahlığın nedeni özgürlüğün tadı damağımda yaptığım yayla yolculuklarım.
Hep çok yediğinden dolayı kilolu olduğunu söyleyip eleştirdiğimiz babaannemi nöbet çıkışı ziyaret ettim. Babamın annemi sevdiğini nerde, nasıl duyduğunu ve sonraki isteme fasıllarını sordum, tüm ayrıntıları ile anlattı bana, fotoğraflarını çekip, yanaklarından öpüp çıktım. Eve gelince fotoğraflara baktığımda gördüm ki 50 yıldır yüzük parmağında olan yüzüğünü orta parmağına takmaya başlamış…
