gönderen Köksal Ağaoğlu » Prş Mar 13, 2008 8:56 am
Mintanları, yelekleri, köstekli saatleri, muhtar çakmakları, mestleri, fesleri, kaşkolleri, tespihleri, “haci yağlari”, beyazlamış sakalları, sakal tarakları, süslü cilalı bastonları, çakı bıçakları, takma dişleri, uzun süre aynı deliğe takılan, çoğu kere yana kaymış ve ucu iliklenmemiş kayışları…
Normalden fazla yukarıya çekilen askılı “pondol”ları,
En son düğmesine kadar düğmelenen gömlekleri,
Konuşmaları, susmaları, oturmaları, kalkmaları,
Titreyen elleriyle yemek yemeleri, çay ve sigara içmeleri,
—Ya yedurun hau adamı
—Boban mı gelecek?
—Nekada kalacak?
—E şindi ne gelur?
—Hasta değil bişe değil nereye geluyu?
Gibi yaşlandıkça yabancı yerine konan yaşlılarımız…
***
Kaç kez dinlersek dinleyelim her defasında ayrı bir tat alırdık yaşlılarımızın sohbetlerinden ve ilginç hikâyelerinden.
Eskiden ihtiyarlar, cami kapısı yanındaki “oturak”larda oturarak namaz sonrası veya namaz öncesi sohbet ederlerdi. Baston ya da değneklerini ayaklarının arasına alıp çenelerini de iki elleriyle tuttukları baston veya değneğin üzerine koyarak konuşanı dinlerlerdi. Bazen baston ya da çubuğuyla yerdeki taşlarla oynarken konuşulan mevzudan uzaklaşarak öylece dalar giderlerdi.
Hava iyi ise “oturak” yerine çimenlerin üzeri tercih edilirdi. Birbirleriyle şakalaşırlar, tatlı hatıralarını anlatmak için sıra beklerlerdi. Her ne hikmetse konuşulan konuyla ilgili hemen herkesin benzer bir hatırası vardı. Zaman zaman sinirlendikleri ve titreyen elleriyle bastonlarını bazen havada bazen yere sabitleyerek salladıkları da olurdu bu sohbetleri esnasında.
İmrenirdik ihtiyarlara. Kimi zaman bizleri da aralarına alarak; kısa girizgâh olarak hal hatır sorup bıkıp usanılan yaramazlıklarımızı dindirebileceklerine inandıkları nafile nasihatlerini yaparlardı.
Eskiden her evin kapısının giriş kısmının sağı veya solunda bir iskemlede ya da yere serilmiş bir minderin, bir postun üzerinde artık eskisi gibi yürüyemeyen yaşlılarımız otururdu.
Köyümüzün coğrafi yapısı ve gençlik heyecanıyla mahalle içlerinden, bir an önce gitmemiz gereken yere varmak veya arkadaşlarla buluşmak, “gezmeğe” gitmek için, genellikle koşarak geçerdik mahallelerimizden. Dönüşte hızımız kesilir yorgun bitkin bir halde evimize dönerdik. Bu esnada kapı kenarlarında oturan yaşlılarımızla konuşmadan istesek de geçemezdik. Hal hatır sorulur. Merakla: “Yeduğun içtuğun senun, ne gördun ne çattun uşağum” diyerek yeni havadis almak isterdiler. Anlatırdık dilimiz döndüğünce ve büyüklerden böyle bir ilgi görmek mutluluk verirdi bizlere…
Çalışmanın, yılların, yoksulluğun verdiği sıkıntıların izlerini “sütlaç kaymağındaki buruşukluk” gibi el ve yüz derilerinden okumak mümkündü yaşlılarımızda.
Şimdi hemen hepsi rahmetlik oldu.
Ayrı bir şenliktiler bizler için.
***
Huysuz, dediğim dedik inatçı yapılı olanları da az değildi. Evin her işine karışacaklar, evin başköşesinde oturacaklar, çoğu yemeği beğenmeyecekler… Bu da doğrusu çoğu zaman sıkardı bizleri:
Yerlerini, boşluklarını özledik ama verdikleri huzursuzluklar, yaptıkları huysuzluklar hariç.
Bırakmadılar meyvalara, gezmeğe, oyunlara doyalım:
—Ola boğaldurman beni
—Ola kürildi yapman.
—Şamata yapman deyurum.
—Ey kerhaneciler, ola nerden geliyusunuz, nereye gideyusunuz?
…
—Ola aha deden.
—Kaçalum!
Şimdilerde, farkında olmadan tahmin edemeyeceğimiz derecede yaşlılarımıza benzemeye başladık bile… Benzer inatçılıklar, benzer huysuzluklar meğer biraz da kalıtım yoluyla geçiyormuş bizlere.
***
Babalarımızdan alamadığımız tadamadığımız sevgiyi çoğu kere dedelerimizden aldık. Onlara sığındık, babalarımıza yapamadığımız nazları onlara yapardık. Soru yağmuruna tutardık onları. Çoğu kere sıkılmadan ve “beyuk adam” gibi muhatap alarak cevaplardılar sorularımızı. Torun olmanın ayrıcalığı, tadı da bir başkaydı doğrusu:
—Deddee,
—Dedegaa
—Dedde nereye?
—Uzak yerlere gideyurum.
—Dede ben da geleyim.
—Yok yok uşağum orda kudikalar yer seni.
—Sen gelma . Sen ne istersen de, ben sana getururum.
…
El ele torunuyla yürürken kim kimi gezdiriyor belli olmayan yavaş ve aksayarak yürümelerini,
“Uşağum gel dumdumi yapalum” ,“Oy dumdumi dumdumi…” ezgisiyle torunlarına yaptırdıkları horonları hatırladıkça hala hüzünle karışık tebessüm ederiz.
***
Çoğu rahmetlik oldu kalmadı yaşlılarımız. Farkına varamadan yaşlanan bizler olduk şimdi...
Ölümüne alışamadığımız yakınlarımızın, ölümünü, öldüğünü unuturuz. Sanki her zamanki yerinde; evde, takıldığı yerde bizi bekliyor ya da sokakta, mahallede yürürken birden karşımıza çıkacakmış gibi bir his doğar içimize… “Aha şimdi şu köşeyi dönünce karşıma çıkacak, aha anahtarıyla kapıyı açıp içeri girecek. Bastonuyla kapıya vuracak” duygusuna kapılmayanımız az değildir…
Yoklukları önceden tahmin edemeyeceğimiz tesirle hala üzer bizleri…
Dertlerinin, yalnızlıklarının en büyük sığınağı; çoğunun, yine yalnızlık ve düşlere dalıp gitmekti maalesef.
Uzun uzun susarlardı.
Yere bakıp düşünürken dalıp giderlerdi bir süre.
Yaşlarıyla doğru orantılı uzun uzun susarlardı…
—Bizden geçti
—Artuk yaşlanduk
—Eğtiyarladuk
—Duymayirum,
—Eyi görmeyurum
—Ağrilardan uyuyamayirum
—Bi iştahsizluk bi sinir var bende nedu anlamayirum.
—Gün doldi artuk.
—Bitti, bitti uşaklar…
…
Sağ olanlara sağlık ve sıhhat, ölenlere de gani gani rahmet dileyerek sevgi ve selamlarımı sunarım…