Suyunda kurtlar mezarsız çocuklar
Kurtlu sudan hastalananlar, varoştan hiç çıkamayacak çocuklar, dolandırıcılar, yıkımlar... Varoşlar eski direniş günlerini özlüyor. Şehirler güzelleşsin diye yapılan kentsel dönüşüm planlarında yüzleri görünmeyen, sesleri duyulmayan insanlar konuşuyorlar. ..
Öteki şehrin insanları
BAŞLARKEN
Geceleri, otobanların kenarlarında, korkuluklardan bazı adamlar ve kadınlar atlar. Bir yok-ülkeye doğru yürürler. Ellerinde hep koyu-karanlık naylon torbaları. Niye hep bir naylon torba taşır onlar? Bir kez olsun bu tuhaf ve küçük sorunun cevabını merak ettiysen eğer, sen bu haz çağının "günahını" işlemişsin demektir. Artık "fukara edebiyatı" diye aşağılanan o karanlık alana dokunmuşsun demektir. Kimsenin epeydir görmek istemediği...
Adlarını hiç sormadan, ağızlarına mikrofon dayayarak gösteriyorlar onları. Hep cümlelerini yarım keserek, hep açlıktan ve öfkeden delirdikleri anda. Bir anda gaz bombaları patlıyor yüzlerinde.
Ya evleri ya yüzleri yıkılırken görüyorsun onları.
Sonra bilmiyoruz, nasıl yeniden yapıp yerine koyuyorlar evlerini ve yüzlerini. Bilmiyoruz, şehir daha güzel görünsün diye ikide bir yıkılan o evlerden çıkanlar nereye giderler...
Bu yazı dizisi her türlü yıkımı anlatacaktı başlangıçta. Plan, yola çıkınca değişti. Çünkü görüldü; oralarda hayatın kıvamı bu değil. Çünkü bir gece bir genç adam "varoş" der demez mıh gibi yapıştırdı cevabı:
"Mücadele demektir! Sabah akşam mücadele!"
Eğer duvarın içindekilerin değil, dışındakilerin gözleriyle anlatılacaksa hikâye, bu kez nasıl yıkıldıkları değil, nasıl ayakta kalmaya çalıştıkları anlatılmalıydı.
'Sınıfaltı' insanlar
Çünkü artık yeni bir yoksulluk var. Çalışansan da yoksulsun artık, çalışsan da "dışlanmış". "İşsiz" sayısına artık hiç iş aramadığı için dahil edilmeyenler var. Sistemin artık yoksullara ihtiyacı olmadığı için şehre bir çengelle takılı duran "sınıfaltı" insanlar var, merkeze hiç kabul edilmeyecek olanlar, alt sınıfın da altında. Bilim adamları onları "sosyal olarak dışlanmışlar" diye adlandırdığında çoktan yol almış oluyor "varoşlar":
"Asıl biz, bizden olmayanı istemiyoruz burada!" İhtiyar yoksullar hâlâ "Çalışırsak, çocuklarımızı okutursak şehir bizi de içine alır" derken onların çocukları her gece ciğerleri hırıldayan uysal babalarına bakıyorlar bellerinde kurusıkıdan döndürülmüş "makineleriyle. "
Onlardan bahsetmek biraz daha "ayıp" sayılıyor gazetelerde ve entelektüel sohbetlerde. Solcuların beğendiği yöntemlerle direnmeyen, sağcıların istediği yöntemlerle itaat etmeyenler kendi hukuklarını, kendi siyasetlerini kuruyorlar. Duvarın dışındaki bırakılmışlıklarını n intikamını artık onlar, duvarın içinden geleni kabul etmemekle alıyor.
Aşırı milliyetçi "kahramanlar" , radikal İslamcı "linçler", şehirlilikle inatlaşan hemşeri dernekleri, kendinden daha yoksulu ezen yoksullar, ürkütücü çocuk çeteleri, çocukları çöplükte ölü bulunanlar, üniversite bitirmek için parayla seks yapanlar ve hatta teneke minareler... Hepsi, herkesin birbirinden nefret ettiği yoksulluk ülkesinde kendi şehirlerini kuruyorlar. Çünkü şehir her sabah soruyor:
"Bakalım bugün nasıl başa çıkacaksın?"
Öğretilen ahlak onların evlerine giden yollarda ekmek kırıntıları gibi yok oluyor; gidebilsen bile geri gelen yolu bulamazsın bir daha. Bir daha izleyemezsin "bol bol sür, bol bol ye" diyen reklamları. Bu yüzden işte sen de her sabah yeniden unutmak zorundasın onları. Geceleri otobanların kenarında gördüğün o insanları unutmalısın, o naylon torbaları. Çünkü bir gün, öğrenebilirsin o torbalarda işe giderken giyilen çamursuz ayakkabıların taşındığını... Sırf şehirdekiler gibi görünebilmek için her sabah, çamurlu ayakkabılarını bir günah gibi naylon torbalarda sakladıklarını.
İşte bu yazı dizisi o ayakkabılardan söz edecek. Çamurdan... Çamurun içinden...
***
"Kömür geldiii! Dağıtıyolar abla, koooş!"
"Ne kandırıyosun kııız?"
"Ne kandırıcam! Ev kimin üstüneyse kimliğini al da git."
Çıplak ayağına büyük gelen plastik mesler, dizlerine kadar sarkan bir erkek kazağı ve şalvar, yüzünden taşan soğuk kırmızısı bir kahkahayla gülüyor kömüre inanmayan, elindeki çorabı öre öre çamurun içinde yürüyen ihtiyar kadına. Sonra savaşa gider gibi geniş adımlarla yürüyüp gidiyor bağıra bağıra:
"Bizimki de hayat mı be!"
Şarkıcı İbo'nun üstgeçidi
Birazdan yaşlanacak yürüyüp giden bu genç kadın, yüksek gerilim hattına dayanarak kurulan Hazine Mahallesi'nin teneke evleri arasında. İhtiyarlamadan çökecek iç direkleri. Çünkü yeni doğurduğu çocuk mendile çıkacak otobanda ya da su satmaya. Beş kez yol kesilerek ve on yedi ölü verildikten sonra, gazeteler "İşte yol eşkıyaları!" diye manşet atıp da altıncı yol kesmeye Silivri'den dönen İbrahim Tatlıses denk geldiği için, evine gidebilmek için sözünü vererek yaptırdığı Tatlıses Geçidi'ne üşenip çıkmazsa o çocuk, belki ölecek.
İhtimal, isimsiz ve mezarsız bir ölü olacak. Tıpkı Hatice Hanım'ın 25 yaşındaki oğlu gibi. Şimdi kimsesizler mezarlığında yatan ve Deniz Feneri bu ay bulgur getirirse Avcılar'da "merdimen" silmekle kazanılan para bulgura değil de mezara yatırılabilirse başında bir mezar taşı olacak olan.
Doğacak o çocuk çok şanslıysa, dolmuşların bile durmadığı Hazine Mahallesi'nden çıkacak, 45 milyar borca girilerek alınan toplu konutlara geçecek. Kentsel olarak dönüşürken İstanbul o, annesinin kazandığı paranın babasının hastalığına ya da kitaba, deftere değil, toplu konutun aidatına eklenen "çevre düzenlemesine" gittiğini görecek.
Coğrafyaya bir türlü veremeyecek kafasını ve ona benzeyen her yeni ergen çocuk gibi çalışmak isteyecek. Bir yandan mutlaka futbolcu olmayı hayal edecek ve annesine, temizliğe gittiği evden verilen, kendisine büyük gelen spor ayakkabılarını çamurda giydi diye büyük azar işitecek. Çalıntı hurdadan para kazanan arkadaşlarına tamah edecek bir gün ve epey dayak yiyecek.
Kömür yanmıyor ki, hep toz
"Ben boşuna mı dövüyorum o çocukları sabah akşam. Çalmasınlar diye."
1974'ten beri İstanbul'da İsmet. Şimdi, dizleri tutmadığından üstgeçidi geçemediği için işe gidemese de komşu Yeter'in yüzüne babacan bir öğretmen edasıyla sigarasını sallayarak öğüt vermesi o yılların liyakatinden:
"Hırsız olacak o çocuklar. Sen de alma onlardan hurda."
Yeter, saçları arkadan bağlı, yüzü, aniden üstüne bindirilen ahlak hesaplaşmasından dalgın, yapılı, hırçın bir kadın:
"Bir tek ben alsam Allah Allah eyvallah!"
Bana dönüp açıklıyor durumu:
"Beyim inşaattan düşmüş, karnına kadar dikiş. O hurdayı ben almasam başkası alacak. Ağlasan tepinsen de dahası yok işte. Ben ne yapayım? İsmet abi, baksana, belediye 20 torba verecekti, daha dört torbası geldi kömürün."
İsmet de dönüp kendi savunmasına:
"Gelse ne olacak? Yanmıyor ki. Hep toz."
Dört yeni yetme, ağızlarında sigara ve el arabasında yeni pimapen parçalarıyla geçiyor bu sırada, Yeter ağır ağır süzülüyor arkalarından. Hazine Mahallesi olarak "bilinmeyen" çamur deryasında, bir gün daha başlıyor, okuldan dönen çocuklar el arabalarını kapıp kömüre gidiyor, belki sonra su tankerine.
Mavi variller ayda bir tankerle gelen suyla doluyor, su üç gün geçince kurtlanıyor. Herkes otuzuna gelmeden bu mahallede "gözünün feri sönerek" önce, sonra "içi çürüyerek" hasta düşüyor. Karışık dolaşık bir hikâye, İsmet'in beş kişi yaşadığı bir göz odasına doğru giriyor:
"Kendi diktiğimiz meyve ağaçlarını kesip yakıyoruz. 'Kentsel dönüşüme' girdik, bu kış evlere geçecektik. Şimdi diyorlar ki 'Nisana kadar burdasınız'."
Akan tavana bir dantel gerilmiş İsmet'in evinde, küçük televizyonun üzerinde onlarca nazar boncuğu:
"Albayraklar buraya bir şey yapacaktı, tel çevirdiler. 300 hane direndik, söküp attık telleri. Komiser dedi ki, 'Biz gidince atın telleri. Zaten size Allah vurmuş'. Elektriği Özal verdi buraya, 'Gerisine karışmam' dedi. Sonra Özal geçecek diye koça girdik, 20'şer milyon toplandı. Koç moç yok tabii. 5 yıl önce de telefon gelecek diye para toplandı, onlar da yok. Elektriği kaçak almayalım abone olalım dedik, dolandırıldık olmadı. Kadınlar günlüğü otuz milyondan Demirciler sitesine, MASKO'ya temizliğe giderler. Erkeklerin hepsi hastadır. Sudan hep. Karnı ağrır herkesin. Bir de toplu konuta borçlandık şimdi, 45 milyar. 15 yılda ödenecekmiş. Apartmanın en az 600 milyon masrafı var. Nasıl bulunacak o para? Çevre düzenlemesini aidata dahil ediyorlarmış. 13 katlı bina, asansörü yok, sıvalar dökülüyor. Buradaki tapulu adama ev verilmiyor, binaları yapan müteahhidin oğlunun bilmem kaç tane dairesi var o apartmanda."
'Eskiden solcular vardı'
"Sinoplu Kemal" ve "Tokatlı Kıymet" ile başlıyor hikâyeler. Buraları onlara satanlarla. Yer tahsisi, tapular, tapusuzluklar, bir daha hiç ortada görünmeyen dolandırıcılar, dernekçiler, belediyeciler arasında geçen hikâyenin ortasında hep bir "5 katlı" duruyor. "5 katlı" TEM ile E-5 arasında kalan bu dev refüj alanının en yüksek binası. Almancıların gönderdiği parayla yapılmış Özal zamanında ama şimdi arada bir orada kaçak Afrikalılar saklanıyor, yakalanıyor. Evlerin önüne, şoförlerin sanayiye götürdüklerinden artan betonlar torbası 5 milyona alınarak dökülüyor, ama şimdi o evlerin önüne ne asılırsa yok oluyor:
"Artık insanlar birbirinden de çalıyor"
"Eskiden" diyor İsmet, "Solcular varken..." Cümle yarım kalıyor. Niyeyse aklına yazın bahçeye teyp koyup yaptıkları eğlenceler geliyor. Kim bilir belki o eski "direniş" günlerini şimdi artık yapmadıkları o yaz eğlenceleri gibi uzaktan bakıp bakıp seviyor... Babası üzüldü diye belki Kübra, bize bakıyor ve söylenmesi gerekeni söylüyor:
"Artık gitsinler!"
Varoş ne demek?
Varoş sözcüğü, 1980'lerin sonunda basında kullanılmaya başlandı. Varoşun, "kale duvarı dışında kalanlar" anlamında Macarcadan geldiğini söyleyenler de var, Türkçedeki "varış" sözcüğünden Macarcaya geçtiğini söyleyenler de. Her iki durumda da varoş, şehre sonradan gelenleri, merkezdeki koruma sisteminin dışında kalanları ifade ediyor. Düşman-ların saldırısıyla ilk karşılaşacak olan, yangında ilk vazgeçilecek olan...
YARIN
Boğaz'a ekmek banıp yiyenler: Küçükarmutlu Yoksullar zenginlerin neyini sevmez?
ecetem@hotmail. com