YIL 2014

Atalarımızın, kışın gaz lambası altında yaptığı "peke" sohbetlerini yaşatmaya ne dersiniz?

Moderatörler: Muzaffer Mustafa Altuncu, Osman Nuri Sarı

YIL 2014

Mesajgönderen İlkay Durgun » Cum Kas 24, 2006 3:47 pm

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!
M.AkifErsoy




Çocukluğumuzun kış akşamları birer muhabbet şöleniyle geçerdi. Ya misafirliğe gidilir ya da misafir gelirdi. Büyüklerimiz 'acans' dinler sonra üzerinde konuşurdu. Mahallemizde bir Osman dede ve Elif nine vardı. Çoğu akşam biz çocuklar onlara giderdik. 1970'lerde yaklaşık 90 yaşlarındaydılar. Osman dede neler görmemişti ki. Bir Osmanlı akıncısı gibiydi. Bütün gençliği savaşla geçmişti. Balkan harbini, Sarıkamış'ı, Çanakkaleyi, Milli Mücadeleyi yaşamıştı. Biz en çok onun savaş anılarını severdik. Gece yarılarına kadar o anlatır biz dinlerdik. Babalarımız eve zorla götürürdü.


Osman dedemiz, açlıktan ağaç kabuğu, ayakkabı köselesi yemiş, defalarca hastalıklar geçirmiş, yaralanmış, birçok madalya almış ve sonra evine dönüp çoluk çocuğa karışmış nadir seferberlik kuşağından biriydi. Osman dedemiz Elif nineyle tüm mahallemizin severek hizmetlerine koştuğu özel bir ikiliydiler. Büyük, muhterem ve aziz insanlar kimdir, onlardan öğrendik.


Osman dedenin eski bir Kuran-ı Kerim'i, kırık tüfeği ve bir hançeri duvarında asılı idi. Birde solmuş bir takvim..Bazen anlatırken gözleri dolar ve 'Allah bir daha o günleri yaşatmasın' derdi. 'Okuyun okullarınızı bitirin, adam olun' derdi. Bazen de hiddetlenir ve 'gâvurla işimiz bitmiş değil oğullar, unutmayın. Ne gâvurun bizle işi bitti, ne de bizim onlarla. Biz sadece mütareke (ateşkes) yaptık. Allah size muahede (barış) yapmayı nasip etsin' derdi. 'Yılan İngilizdir, Urus, (Ruslar) onların uşağıdır. İngiliz olmasa Urus bize saldırmazdı.' derdi. Bunları tekrar eder dururdu. Ne demek istediğini tabiî ki anlamazdık.


Şimdi anlıyoruz. Osman dede, değme tarihçilerin, sözde münevverlerin, uyduruk siyasetçilerin anlatmadığı bir şey söylüyormuş meğer.' I.Dünya savaşı daha bitmedi, biz bütün gücümüzle gâvuru durdurup zaman kazandık. Vatanı ve devleti kurtarıp gâvuru püskürtmek ve böylece onurlu bir barışı sağlamak sizin göreviniz' diyormuş meğer. 'Okuyun adam olun' derken de, 'gâvurun kılıcını sallamayın' derken de, 'kimsenin kulu kölesi olmayın' derken de hep bu büyük finale hazırlığı ima ediyormuş. Demek, Osman dedemiz, torunlarına bir kavi iman, jeopolitik ve tarih şuuru ve gâvurlaşmaya karşı bağışıklık aşısı yapıyormuş. Allah sana rahmetini eksik etmesin güzel dedeciğim. Ahdimiz olsun, ömrümüz sana, senin gibilere olan borcumuzu ödeme çabasından ibaret olacak.


Şimdi buradayız. I. Dünya savaşının bitmediğini Bağdat'a bombalar yağarken iyice idrak ettik. 'Şark meselesi'nin yani Düvel-i Muazzama'nın Doğu'nun zenginliklerini paylaşma kavgasının da bitmemiş olduğunu anladık. Meğer 'yılan'da Mondros'ta gerçekten ateşkes yapmış. Savaş onlar için de sona ermemiş! Ve 20. yüzyıl boyunca II. Dünya savaşında Almanya, Japonya ve Soğuk Savaş'la Rusya'yı çözdükten sonra şimdi tekrar gelip kaldıkları yerden devam ediyorlar. Ortadoğu'da ve Asya'da yürüttükleri parçala ve yönet siyaseti hala sürüyor.

İşte tam da bu noktada Türkiye'nin ve bölgemizin geleceğini tayin edecek yol ayrımına giriyoruz. Artık bütün politik çelişkilerin odağında şu olacak: I. Dünya savaşının bittiğini ve bizim teslim olduğumuzu kabullenenlerle, bunu kabul etmeyenler ve bütün kabulleri reddedenler arasındaki ayrışma geleceği belirleyecek.
Mondros ateşkesiyle yenildiğimizi zannedip teslim olan Damat Ferit kabinesi, İngilizlerin razı olacağı bir Osmanlı düzenini temsil etmekteydi. Damat Ferit, işte bu yarı sömürgeleşmiş Anglo-Sakson Osmanlıcılığının sembolüdür.


Enver Paşa ve İttihatçılar ise savaşı kesin bir zaferle tamamlamanın peşindeydiler. Onların mücadeleyi tüm dünyaya yayarak emperyalizmi Doğu'da boğma stratejisi, Stalin'in İngilizlerle anlaşması nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Mustafa Kemal bunu erken gören politik idraki ile Mondros sürecini teslimiyet yerine bir zaman kazanma taktiğine dönüştürdü. Cumhuriyet, yenilmediğimizin, yenilgiyi asla kabullenmediğimizin ispatı olarak kuruldu. Cumhuriyet, Osman Dede'nin 'mütareke' dediği bir nefes alma, ayakta durma, zaman kazanma ve finale hazırlanma fırsatı yarattı. Final, kaybettiklerimizi geri alınca ve kaybettirenlere bedel ödetince tamamlanacak.


Bugün, Anglo-Sakson Osmanlıcılarıyla, Mondros'u teslimiyet olarak kavrayıp Cumhuriyeti batının kucağına koşan bir gâvurlaşma hamlesi olarak görenlerin kavgasını seyrediyoruz. Ne birincilerin Osmanlı ile ne de ikincilerin Cumhuriyet ve Mustafa Kemal'le alakaları var.

Birinciler, Osmanlı kelimesinin büyüsünün arkasına saklanıp Damat Ferit'in naif hayallerinin peşinde emperyalizme taşeronluğa heves ediyorlar. BOP, 'ılımlı İslam', 'Neo Osmanlı', 'Medeniyetler İttifakı' bunların şehvetle koştukları gaflet ve dalalet işleri.


İkinciler ise, Mustafa Kemal ve Cumhuriyeti batıya teslimiyetin ve batılılaşmanın simgesi yapma masonluğunu sürdüren ve Anglo-Sakson+Frenk cephesinin eline geçtiğini zannettikleri tapularımızı kendi üzerlerine kiralamanın peşindeki sefil işbirlikçilerden ibaret.

Bunların bir kanadı kendi icatları olan 'batıcı sahte bir Atatürk' imgesine milleti taptırmaya çalışıp Atatürk'ü ve bütün mücadelesini boşa çıkarmanın, yani Mondros'u gerçekten teslimiyet olarak tescillemenin ajanları konumundalar. Bunlar batılılaşmaya iman etmiş Tanzimatçı çağdaşçılar. Başka bir kanatları ise, Mustafa Kemal'den 'milletin manevi değerlerine yabancı' bir başka sahte Atatürk imgesi yaratıp, sözde antiemperyalist diskurlar eşliğinde devletle milleti karşı karşıya getirip tüketici çelişkilere mahkûm eden bir garip 'ulusalcılık' retoriği icat ettiler. Özünde bunlarda Tanzimatçı, ama ötekilerden farkları, oyunu demokrasi olmadan oynama hevesleri...


Bunlar, Lozan'ı direnerek yapılan onurlu bir geri çekilişin son durağı olarak görmek yerine nihai menzil olarak görüp, Mondros'u tersinden yenilgi olarak kabullenmenin aymazlığı içindedirler. Sonuçta, bugün aslında aynı irade ve şuurun farklı zamanlardaki tecellisi olan Abdulhamit'in direnişi, Enver'in dünya savaşı ve Mustafa Kemal'in taktik mevzilenmesini temsil edecek bir seçenek bulunmuyor. Abdulhamitçi görünenler Damat Feritçi, kendi sahte Atatürk imgelerini sömürenler ise Ali Kemal'ci konumunda. Bugün siyasi arenada sergilenen Damat Feritçilerle Ali Kemallerin devleti ve sermayeyi paylaşma kavgasının özü ise emperyalistlerden tapu kiralama rekabetinden başka bir şey değil.


Emperyalistler ise, henüz başı sonu belli bir projede anlaşmış değil. Kendi aralarındaki çelişkilerin odağında yeni yüzyılın yeni enerji ve teknoloji imkânlarının yaratacağı yenidünya düzeninin yapısı bulunuyor. Bu yapının hammaddesi ve pazarı neredeyse, düzenin yoğunlaşma merkezi orası olacak. Türkiye, her durumda yeniçağın kilit taşlarından birisi konumundadır.


Şimdi bize Osman dedeye kulak vermek düşüyor. Damat Feritlere de Ali Kemallere de meydanı bırakmayacak, I. Dünya savaşının bitmediğine inanan, onurlu bir sulhun peşinde ve Amerikancı olmayan bir Osmanlı idrakiyle gavur olmayan bir Cumhuriyet şuurunu sentezleyebilen, hürriyetleri güvenliğe kurban etmeyecek bir demokratik duyarlılığa sahip, milletinin çocuğu ve dedelerinin torunu olmaya talip bir politik idrake menfez açmak gerekiyor. Ancak bu idrakle AB-D'nin, batının tasallutundan kurtulmak, bu tasallutun ürünü olan iç sorunları aklı selimle çözmek ve olan bitenin manasını yeni kuşaklara aktarabilmek mümkündür.

Cumhuriyetin kazanımları, demokrasi deneyiminin imkanları, modernleşme sürecinin birikimi, milletin eğitim ve ekonomideki gelişme arzusu ile 70 milyonluk bir ülkenin kendisi ve bölgesi için, hatta insanlık için adalet ve vicdan temelinde yeni bir çağın öncülüğüne soyunabilmesi, önce şu yarım kalmış hesapların görülmesine bağlıdır. Osmanlı'nın yıkılış sürecinin yasını tutmayıp Cumhuriyetle yeni bir geleceğe koşan milletin, şimdi hafızasından misyon devşirebilmesi ve kendi varlığını bir sürüden ayırarak tekrar tarihini ve kaderini eline almasının zamanı geliyor.

Türkiye, I. Dünya savaşından kalma sorunları; Ermeni sorunu olarak, kürt sorunu olarak, batıcı-yerli çatışması olarak, kendi tabii coğrafyasına yabancılaşma olarak bir kuşak daha yaşamaya devam edemez. Bu sorunların kalıcı olarak çözülmesi, akıl tutulması yaşayan 'devlet'in yeniden asli ruhuna dönmesi ile mümkündür. Belki buna, yeniden devlet olmak da denebilir. Devlet olmak, hafıza sahibi olmaktır. Misyon sahibi olmaktır.

Bir ideolojiye değil, bir idea'ya sahip olmaktır.
Yeniden devlet olmaya niyetlenirsek, dini, etnik kökeni, mezhebi ne olursa olsun milletimiz bütün iç zenginliğiyle özgürce var olacaktır. En üst düzey bürokrattan dağdaki çobana kadar milletimizin tüm fertleri Cumhuriyetin eşit ve özgür yurttaşları olacaktır.


2014… Bizim için bitmeyen savaşın, 1914'te başlayan I. Dünya savaşının yüzüncü yılı. 'Yeniden devlet olabilmemiz' için herkes bu tarihi aklında tutmalı.

ahmetozcan1@yahoo.com
Kullanıcı avatarı
İlkay Durgun
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 280
Kayıt: Pzr Kas 06, 2005 9:27 pm

Mesajgönderen Hasan Aydınlı » Cum Kas 24, 2006 5:27 pm

tek kelimeyle mükemmel yapılcak bir yorum bırakmamışsınız
Kullanıcı avatarı
Hasan Aydınlı
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 529
Kayıt: Cum May 26, 2006 12:26 pm
Konum: roling rulezzzz

Mesajgönderen Mehmet Nuri Durgun » Pzt Kas 27, 2006 11:03 pm

Tarihin bir süreç olarak işlediğini , ulusların çıkarları için bu arenada çok acımasız bir şekilde mücadelesinin devam edeceğini ve kendi konumumuzu belirlemede yol gösterici olan bu yazıyı bizimle paylaştığı için sevgili İlkay 'a sonsuz teşekkürler.
Kullanıcı avatarı
Mehmet Nuri Durgun
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 75
Kayıt: Cum Nis 14, 2006 9:31 pm


Dön PEKE SOHBETLERİ

Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir