FIKIH VE DİNİ SOHBETLER

"Düşünebilen bir nesil yaratmak ve düşüncelerimizi özgürce paylaşmak için" burada buluşalım.

Moderatörler: Muzaffer Mustafa Altuncu, Osman Nuri Sarı, Özgür Hasan Altuncu

FIKIH VE DİNİ SOHBETLER

Mesajgönderen Bahri Başar » Prş Oca 10, 2008 10:31 pm

Birçokları; dostlukların pamuk ipliğine bağlı oluşundan şikâyet eder. Kalabalıklara rağmen içine düştüğü yalnızlığı sorgular.
Ve elinin beş parmağını gösterip;
“Dostlar bir elin beş parmağı kadar!” diyerek dert yanar...
“Dünya için Allah demeyen” gerçek bir dosttan iki dostun hikâyesini dinleyince, hiçbir şeyin görünürdeki gibi olmadığı gerçeğini bir kez daha anladım.
*
Evvel zaman içinde; biri fazla saf, diğeri ise fazla uyanık iki dost varmış.
Bir gün uyanık dost, saf dostundan borç para ister. O da verir. Uyanık dost ticaret yapar ve zengin olur. Bir gün saf dostu evlenmeye karar verir, kız istemeye uyanık dostunu da davet eder... Uyanık dost, kızı görünce; ‘Bununla ben evleneyim, sen kendine başka bir güzel kız bulursun” deyince saf kabul etmiş.
*
Gel zaman git zaman; saf dost fukara düşer. Gider, uyanık dostun kapısını çalar ve çiftliğinde çalışmak için iş ister. Uyanık dostu kabul etmez! Saf dost çok üzülür.
Bir gün saf dostun kapısını ihtiyar bir adam çalar ve hasta olduğunu belirtir ve ilaç parası ister. O da elinde avucunda ne varsa verir... Kısa bir zaman sonra ihtiyar adam ölünce vasiyeti açılır. Büyük bir serveti çıkar onu da saf dosta bırakır. Saf dost, uyanık dosttan intikam almak için köşkünün karşısına bir köşk yapar...
Yine bir gün saf dostun kapısını yaşlı bir kadın çalar ve ekmek ister. Yaşlı kadına ziyafet çekilir. Kadın saf dosta; “Benim güzel bir kızım var, sizi de çok beğendim...Evlenmek ister misin?” diye sorar.
Saf dost annesiyle istişare eder ve kızı görmek ister. Kızı görünce evlenmeyi kabul eder. Düğün günü ilan edilir ve saf dost, yine kıskandırmak ve intikam almak için uyanık dostunu da çağırır...
*
Düğün günü gelir çatar. Davetliler yerlerini alır. Saf dost dostlarına der ki:”Biz iki dosttuk... Böyle iken böyle oldu... İşte o gün bugündür...”
Bunun üzerine uyanık dost kendisine kızan davetlilere;
“Anlattıkları doğrudur...Ama bu doğruları bir de benden dinleyin...Dostumu çiftliğimde çalıştırmazdım... Bu yüzden kapısına bir ihtiyar adam gönderdim... O ihtiyar adama büyük bir servet verdim, vasiyetini de ben hazırladım...Çünkü çok hastaydı ve öleceği günler yakındı. Kendisine kalan servetin hikâyesi budur.Evleneceği kızı görünce kadının kötü biri olduğunu biliyordum. Ona bunu anlatamazdım, kendime istiyormuş gibi yapıp kadını kendisinden uzaklaştırdım... Eve gelen yaşlı teyze ise annemdir, bugün evlendiği kız da kız kardeşimdir...” deyince herkes şaşırır.
*
Saf dost hem sevinir, hem de uyanık dostu hakkında suizan ettiği için üzülür... Ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığına kanaat eder...
Işığın efendisi, “Kardeşim kalbin saflığı iyiliğe, aklın saflığı ise deliliğe delalettir...” dediği gibi, aklen değil, kalben saf olabilmeyi başarmalıyız...
Kullanıcı avatarı
Bahri Başar
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 15
Kayıt: Cum Şub 02, 2007 2:50 pm
Konum: hatay

Mesajgönderen Bahri Başar » Prş Oca 10, 2008 10:33 pm

Sevgili dostlarım, hemsehrilerim zamanım el verdiğince, konusunda uzman üstadlardan aldığım değerli bilgileri sizler ile paylaşacağım.
Kullanıcı avatarı
Bahri Başar
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 15
Kayıt: Cum Şub 02, 2007 2:50 pm
Konum: hatay

Mesajgönderen Bahri Başar » Cum Oca 11, 2008 9:06 pm

Vefâ, fedâkârlık ister

Vefâ; sözünde durmak, ahde vefâ; verdiği sözü yerine getirmek anlamındadır. Fedâkârlık ise; verdiği sözü yerine getirebilmek için, canından, malından, makamından ve nefsinin sevdiği şeylerden vazgeçebilmektir.
Îmân etmek, İslâmiyyeti kabul etmek, Allahü teâlâya söz vermek demektir. Bu sözde durabilmek için, nefsin isteklerini, arzularını terk etmek lâzımdır. Nefsin istekleri terk edilmedikçe, verilen sözde durulmuş olmaz. Fedâkârlık yoksa, orada vefâ da olmaz. Allahü teâlânın rızâsı için, nefsin istekleri, fedâ edilmelidir. Çünkü insanın nefsi, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak istemez.
Dinimizde bildirilen ibâdetleri yerine getirmek, yasaklardan sakınmak, Rabbimizin emridir. Bu emirler de, sırf Allahü teâlânın rızâsı için yapılır. Bu sebeple ibâdetlerde niyetin önemi büyüktür. İslâmiyyette niyyet o kadar mühimdir ki, İslâmiyyetin emrettiği bir şey, dünyâ menfaâti için yapılınca sahîh ve makbûl olmuyor. Dünyâ işi sayılıyor. Herhangi bir dünyâ işi de, âhiret menfaâti için yapılınca, ibâdet hâlini alıyor. Düşüncesini temizleyen ve niyyetini düzelten bir kimse, yemekte, içmekte ve her türlü dünyâ işlerinde âhiret faydasını gözeterek, sevâb kazanmak fırsatını elden kaçırmaz.

“Âhireti kazanmak için”
İnsanlar bütün işlerinde, hattâ ibâdetlerinde, dünyâ menfaâti, maddî kazanç aramaya alıştırılırsa, menfaâtperestlik, egoistlik hâsıl olur. Hâlbuki İslâmiyyet, nefislerin böyle kötü isteklerini yatıştırmayı, maddîcilikten fedâkârlık etmeyi, menfaâti hakîr görmeyi, ahlâkın ve rûhun temizlenmesini, yükselmesini istemektedir. Şûrâ sûresinin 20. âyet-i kerîmesinde meâlen;
(Âhireti kazanmak için çalışanların kazançlarını artırırız. Dünyâ menfaâti için çalışanlara da, ondan veririz. Fakat, âhirette bunların eline bir şey geçmeyecektir) buyurulmuştur.
Peygamber efendimiz de;
(Allahü teâlâ, âhiret için yapılan iyiliklere dünyâda da mükâfât verir. Fakat, yalnız dünyâ için yapılan işlere âhirette hiç mükâfât vermez) buyurmuştur.
Bir zaman Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin gözlerinde bir ağrı meydana gelir. Doktor çağrılır. Gelen doktor Hristiyandır. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin gözlerini muâyene eder ve;
-Gözlerinize su değdirmeyeceksiniz der. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri;
-Su değdirmesem nasıl abdest alırım? deyince doktor;
-Gözleriniz size lâzımsa su değdirmeyeceksiniz cevabını verir.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, öğle namazı vakti girince, su ile abdest alır, namazını kılar ve namazdan sonra da bir miktâr uyur. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmadığını anlar ve;
“Ey Cüneyd! Sen Allahü teâlâ için gözlerini fedâ ettiğin için, Allahü teâlâ da senden o ağrıyı aldı” diye bir ses işitir.
Bir zaman sonra Hristiyan doktor tekrar gelir ve Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin gözlerinin tamâmen iyi olduğunu görünce;
-Nasıl yaptın da iyi oldun diye sorar.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri olanları anlatır. Doktor, hemen Onun elini öper, îmân eder ve;
-Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri göremeyen ben imişim der...
Ebû Osman Mağribî hazretleri, önceleri nefsinin istekleri peşinde koşan bir kimse imiş. Çok zengin olup, ava da meraklıymış. Sadık bir av köpeği varmış. Geceleri süt içmeden yatmazmış. Bir gece yine süt içmek istemiş. Sütü fazla ısıttığı için soğumaya bırakmış. Fakat beklerken uyuyakalmış. Sadık av köpeği de yanında imiş. Uyandığında sütü içmek için kaba uzanmış fakat köpek üzerine saldırıp sütü içmesine mâni olmuş. Buna bir mânâ veremeyip, süt kabına tekrar uzanmış. Köpek yine hırlayıp saldırmış. Bu hâl üç defâ tekrar edince, köpek hemen fırlayıp, süt kabının içine başını sokmuş ve bir miktar içip kenara çekilmiş. Ve biraz sonra da ölmüş. Meğer Ebû Osman Mağribî hazretleri uyurken, büyük bir yılan süt kabının içine başını sokup zehirini akıtmış. Köpek de sâhibinin sütü içmesine bunun için mâni olmak istemiş, mâni olamayınca da efendisine sadâkatinden dolayı sütü kendisi içmiş. Böylece efendisi için kendisini fedâ etmiş.

Hemen tövbe etmiş...
Ebû Osman Mağribî hazretleri, bu durumu anlayınca, köpeğin bu sadakatinden ve efendisi için kendisini fedâ etmesinden çok etkilenmiş. Bundan kendisine ders çıkartarak, hemen tövbe etmiş ve bütün malını cenâb-ı Hakkın rızâsı için muhtaçlara dağıtarak, Allahü teâlânın sevdiklerinden olmaya çalışmış ve olmuştur da.
Netice olarak vefâ yani verdiği sözde durmak, nefsin isteklerinden vazgeçmekle yani fedâkârlık yapmakla mümkündür. Vefâ, fedâkârlıkla vardır. Vefâ olmadan fedâkârlıktan ve fedâkârlık olmadan da vefâdan söz etmek mümkün değildir. Hakiki kul olabilmek için, nefsi ve isteklerini fedâ etmek, bunlardan vazgeçmek şarttır.
Kullanıcı avatarı
Bahri Başar
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 15
Kayıt: Cum Şub 02, 2007 2:50 pm
Konum: hatay

Mesajgönderen Muzaffer Mustafa Altuncu » Cum Oca 11, 2008 11:41 pm

-Sen yeterki sitede ol,,,,
Ve böylesi önemli konuları bizimle paylaş...Biz de sana duacı olalım ve ,,,,,,,,,
teşekkür edelim.....
Kullanıcı avatarı
Muzaffer Mustafa Altuncu
Bölum yetkilisi
Bölum yetkilisi
 
Mesajlar: 26605
Kayıt: Cmt Şub 04, 2006 9:12 pm
Konum: GÖLCÜK

Mesajgönderen İlkay Durgun » Cmt Oca 12, 2008 8:51 am

Bahri Başar Bey anlattığı birinci hikayede demişki;

Işığın efendisi, “Kardeşim kalbin saflığı iyiliğe, aklın saflığı ise deliliğe delalettir...”


Kim bu ışığın efendesi olan zat-ı muhterem :?:

Işığın efendidisi olmak hayli büyük bir iddaa.Haşa insanın aklına başka şeyler geliyor.Benim nazarımda bırakın ışığın efendisini, hiç bişeyin efendisini dikkate almamak lazım.Tek efendi Allah ve Hz.Peygamber dahil, herkes onun kuludur.Kulun kula kulluğu yasaktır.

Bu hikayeler nerden kimden alıntı bilmiyorum.Bunuda hikayenizin sonunda bildirirseniz bizde bilgilenmiş oluruz.

Muhabbetle...
Kullanıcı avatarı
İlkay Durgun
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 280
Kayıt: Pzr Kas 06, 2005 9:27 pm

Mesajgönderen Muzaffer Mustafa Altuncu » Cmt Oca 12, 2008 1:56 pm

:arrow: İlkay Bey,
Kimsenin kimseye kul olduğu yok,,,,,,

-Senin alıntıların hep iyi de bir başkasının alıntısı kötü öyle mi ?
Herkesin beğendiği birileri vardır...Bunu ben bir yerler de daha ifade ettim..Onun için herkesin düşüncesine saygılı olmak lazım...

"Kardeşim kalbin saflığı iyiliğe, aklın saflığı ise deliliğe delalettir..."
ifadesini değerlendirmek lazım...Doğru mu değil mi ? Onu tartışmak lazım..Ötesini karıştırmamak lazım diye düşünüyorum...

Birileri "Işığın Efendisi" der,sen de güzel bir ifade ile kabul etmesin..Ben de kabul etmeyebilirim..Ama onun söylediği söze bakarım..Kafama yatıyorsa amenna,yatmıyorsa tatlı bir ifade ile fikrimi söylerim..Hemen o kişiye insanı kul etmek biraz ağır itham olmuyor mu ? Senin alıntı yaptığın kişiye sen kul mu oldun ?

Burada yapılan yorumları kişileri itham etmeden yapsak daha iyi olmaz mı ?

Sevgilerimi sunuyorum,,,
Kullanıcı avatarı
Muzaffer Mustafa Altuncu
Bölum yetkilisi
Bölum yetkilisi
 
Mesajlar: 26605
Kayıt: Cmt Şub 04, 2006 9:12 pm
Konum: GÖLCÜK

Mesajgönderen Bahri Başar » Pzr Oca 13, 2008 4:52 pm

Hocam teşekkür ederim. İnsan kendinden ayrılamaz,bu manada hep burdayım.
Kullanıcı avatarı
Bahri Başar
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 15
Kayıt: Cum Şub 02, 2007 2:50 pm
Konum: hatay

Mesajgönderen Bahri Başar » Pzr Oca 13, 2008 4:53 pm

Kişinin haddini bilmesi...

Allahü teâlâ, insanları eşit olarak değil, birbirinden farklı olarak yaratmıştır. Her insanın aklı, anlayışı, kabiliyeti farklıdır. Hatta insanların akılları değişik, anlama kabiliyetleri farklı olduğundan, herkes yaratıcıyı aradığında, Onu kendi tabîatına, ilim ve idrâkına uygun bir tarzda düşünmüş ve kendi anlayışına göre de tarîf etmiştir. Çünkü insan, aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile anlamadığını, bilmediğini, bildikleri gibi zannetmiş, mantıklı düşündüğünü sanmış ve bu sebeple, haddini aşarak dalâlete düşmüştür. Halbuki mantık, insan düşüncesini doğruya, hakîkate ulaştırmada bir vâsıtadır. Hakikatin kendisi değildir. Nitekim kendi düşüncesinin doğruluğuna çok güvenen veya kendi fikrini çok beğenenler, umumiyetle en büyük hatâya düşen kimseler olmuşlardır. Halbuki;
“Kişinin noksanını yani haddini bilmesi kadar irfân olamaz” denilmiştir.
Her insan, kendisine verilen kabiliyet ve özellikler kadar sorumludur. Herkes, her işi yapamaz. Çünkü herkesin kabiliyeti farklıdır. Peygamber efendimiz;
(Herkes, bir iş için yaratılmıştır) buyurmuştur.

Edeb, sınırı aşmamaktır
Kişinin, sahibine, yaratanına karşı edebli olması lâzımdır. Edeb; kişinin her konuda haddini bilip, sınırı aşmaması, insanlara iyi muâmelede bulunması, Peygamber efendimizin buyurduğu ve davrandığı gibi hareket etmesi demektir. Kısaca edeb; haddini bilmek, sınırı aşmamaktır. Abdullah bin Mübârek hazretleri;
“Edeb, insanın kendini tanımasıdır” diye tarif etmişlerdir.
Şems-i Tebrîzî hazretleri buyuruyor ki:
“Âdemoğlunun edebden nasîbi yoksa, insan değildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark budur. Gözünü aç ve bütün Allahü teâlânın kelâmının mânâsının, âyet âyet edepten ibaret olduğunu gör.”
İslâmiyetin temeli, Müslümanın özelliği; her zaman, her yerde, herkese karşı güler yüzlü, tatlı dilli olmak, haddini bilmek, eliyle ve diliyle hiç kimseyi incitmemektir. Hikmet ehli;
“Haddini bil kanâat et, çok konuşma rahat et” buyurmuştur.
Her ülkenin iktisâdi buhranlarının temelinde israf yatar. Bugün fertlerde, özel ve kamu kuruluşlarında ve hayâtın her safhasında salgın bir hastalık hâline gelen israf, cömertlik ve görgü değil, aksine görgüsüzlük, nîmete karşı nankörlük, haddini aşmak ve her türlü eşyâ ve gıdâ maddesini lüzumsuz kullanmaktır. Ömer bin Abdülazîz hazretleri, oğlunun bin dirheme bir yüzük taşı satın aldığını haber alınca, hemen bir mektup yazarak, o yüzük taşını satmasını ve bin kişinin karnını doyurmasını emreder. Ayrıca iki dirhemlik bir yüzük kullanmasını ve yüzüğün üzerine de;
“Allahü teâlâ haddini bilene merhamet eylesin” diye yazmasını emreder.
İnsanın şerefi, kıymeti, ilim ve edeb ile ölçülür. Edeb ise, haddini, sınırını, hududunu bilmektir. Bir insanın, kendi vazifesini, kendisinin ve başkalarının haklarını, sınırlarını bilmesi, benim sınırım nedir, nerede başlamakta ve nerede bitmektedir diye düşünmesi lâzımdır. Her insanın; çalıştığı iş yerinde, evlilikte, cemiyette ve her yerde bir sınırı vardır. İşte insan, kendisi için çizilen bu sınırları bilir ve bu sınırlar içinde kalıp, haddini aşmazsa, geçici olan bu dünya bile kendisi için Cennet olur. Bütün üzüntüler, bütün sıkıntılar, bütün kavgalar, hep sınır tecavüzünden yani haddini aşmaktan kaynaklanmaktadır. Eğer evli bir hanım, kendi sınırını bilir, haddi aşmazsa, evi ona Cennet olur. Aynı şekilde bir erkek de, kendi sınırını bilir, benim sınırım bu kadardır, der ve o sınır içinde konuşur, hareket ederse, orası kendisi için Cennet olur. Bu sınır yani insana haddini bildiren ölçü, dinini bilmektir. Dinini bilmeyen, öğrenmeyen, ne sınır tanır, ne de edeb.

Din büyüklerinin yolu...
Muhammed Behâ-üddîn-i Buhârî hazretlerine, sizin yolunuzun esası nedir, diye sual edildiğinde;
“Bizim yolumuzun başı da, ortası da, sonu da edebdir” buyurmuşlardır. Çünkü bîedeb olan yani edebsiz bir kimse, Allahü teâlânın dostu olamaz. Edeb ise, kulluğunu bilip isyân etmemek, kendisi için takdir edilene rızâ göstermek, kimsenin hakkına tecavüz etmemek kısacası haddini bilmektir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri;
“Edebe riâyet etmeyen hiç kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz yâni velî olamaz. Din büyüklerinin yolu, baştan sona edeptir” buyurmuştur.
Netice olarak, en kıymetli ilim, haddini bilmektir. Bütün kavgalar, dünyayı paylaşmaya çalışmaktan ve haddini bilmemekten meydana gelmektedir. İnsan cömert olursa herkes onu sever ve onunla kimse kavga etmez. Hasis, cimri insanlar, etrafına bir şey vermeyip, dünyayı hep kendilerine almaya uğraştıklarından huzursuzdurlar, sevimsizdirler ve insanlar, onlarla devamlı mücadele ederler. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin buyurduğu gibi:
“İlim, kendi haddini bilmek; tasavvuf ise, kalbi temizlemektir.”
Kullanıcı avatarı
Bahri Başar
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 15
Kayıt: Cum Şub 02, 2007 2:50 pm
Konum: hatay

Mesajgönderen İlkay Güvercin » Pzr Oca 13, 2008 6:47 pm

Merhabalar.

Düşünce platformunun yavaş yavaş dini eksene ve de yavaş yavaş siyasallaştığını görüyorum.Bu anlamda bir zamanlar "DİNİ SOHBETLER" diye bir başlığımız vardı.Ben bu başlığın tekrar açılmasını istiyorum.Ve dini bilgilendirilmelerin bu sayfaya taşınmasının daha faydalı olacağını düşünüyorum.Selam ve sevgilerle
Kullanıcı avatarı
İlkay Güvercin
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 566
Kayıt: Çrş Kas 02, 2005 1:47 pm
Konum: kütahya

Mesajgönderen Naci Altuncu » Pzr Oca 13, 2008 11:07 pm

Yapmayın Allah aşkına kimlere ne anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu köy sitesi ...köy sitesi.
Şur köyünde kimsenin bu köylülere edep dersi verme işgüzarlığı olmamalı. Benim köyümde din, edep, terbiye sorunu hiç kimsede yoktur.
Sevgili Muzaffer ağabey. Lütfen bilinçsizce de olsa , buı siteyi köy sitesi olmaktan çıkartıp takıldıkları tarıkatların arenasına dönüştürme hevesinde olanlara onay verme.
Bu internet dünyasında binlerce böyle site var. İsteyen istediğinde gezebilir. Ama bu site Şur kültürünün sitesidir. Fetin Efendiyi, Müslim Efendiyi, Numan Kamayı, ÖMER kAMAYI, HAFIZ DAVUT ŞAHİN'İ ONLARIN ANLATTIKLARINI YAZABİLİR ANIMSATABİLİRİZ.
Bu güzel de olur. Yakışırda. Zevklede okunur. Ama edep dersi, din dersi, terbiye dersi, helede Çaykaralılara, Helede Şurlulara. ayıptır vallahi ayıptır.
Kim benden ne kadar dindar, Kim? ve ya ben kimden daha edepliyim?, ya da bu tür yazıları yazanların edebli olduklarının patentini kim nasıl verdi?
Yazsınlarda herkes öğrensin.
Birde şu alıntı işini bırakın artık varsa dağarcığınızda onları yazın. Çoğunu kendinizin bile anlamadığı metinleri başkalarına dayatmayın.
Adıyaman'a gidenler gidiyor zarten. Gitmeyenleri rahat bırakın
Lütfen.
Şurlu olma ruhunu zedelemeyin.
Bu köyde herkes kimin ne olduğunu biliyor.
Yok farkımız. Yok yok yok...
Kendini farklı koyanları, bu köy dışlar. .
Naci Altuncu
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 125
Kayıt: Prş Eyl 21, 2006 7:15 pm
Konum: SAMSUN

Mesajgönderen İlkay Durgun » Pzt Oca 14, 2008 9:32 am

Sn.Muzaffer Altuncu,

Bana hitabınızı okuyunca; acaba yazım içinde birine hakaret mi var diye, tekrar yazdığım o kısa yazıyı okudum.

Elbetteki yok.

Bahri Başar Başar Bey'in yazısında eleştirdiğim "Işığın Efendisi" deyimidir.Bu deyimi kavram olarak eleştirdim.Taşıdığı anlam olarak eleştirdim yoksa,ne Bahri Bey'in anlattığı hikayeyi ne Bahri Bey'i eleştirdim.

Ayrıca Bahri Bey'i de ,anlattığı hikayeyide eleştirmiş olabilirdim.Ame ben "Işığın Efendisi" gibi kavramların doğru olmadığını söylemeye çalıştım.

"Efendi" kelimesi tek başına; olgun,ağır başlı, insanlar içinde saygınlık oluşturan insanlar için, doğru bir kelime olabilir.Ancak buna "Işığın Efendisi" dersek durum tam da burda değişiyor.Bu sıfatı olan zat, üstün doğa üstü güçleri olan,ışığa bile hükemdebilen bir kişiliktir.Hz.Paygamber için bile bu denli yüksek sııfatlar kullanmayı men eden dinimiz,bu hakkı kimseye vermez.Eğer biri bunu kendine hak olarak görürse,bizimde bunu eleştirme hakımız vardır.


Ayrıca hakaret içermeyen eleştiriyi öpüp başımızın üstüne koymazsak,gelişmemizi nasıl sağlarız.Bir ortak meselede buluşmayı nasıl sağlarız.Ülkemize,insanımıza ne faydamız olur?

Ben yazdığım yazıların,yada alıntısını yaptığım yazıların hiç birinin tartışılmaz olmadığını söylemedim.Alıntısını yaptığınm insanlar için böyle yüce sıfatlar kullanmadım.Onların bir isimleri ve toplum içinde bir yerleri vardı ,sadece onu yazdım.Bu çoğukez sadece adı olmuş ,belki bunun yanı sıra ünvanı da eklemişimdir.Prof. , Hoca gibi...Dolayısı ile kimseye "Işığın Efendisi" demediğim için kimseninde kulu olmayı hak etmedim.


Benim bu güne kadar bu sitede yazdığım,yada alıntıladığım her yazıyı ben eleştirilmesi ,tartışılması için yazdım.Hatta kayıtsız kalındığında,yada iyi kötü bir eleştiri gelmediğinde,boş bir yazı yazdığımı düşündüm hep.

Ayrıca burada "Işığın Efendisi" gibi bir sıfatı kullanıpta,bu sıfata nail olan zat'ın adını burada söylememek,bana edep dersi vermeye kalkanların okuyacağı ilk derstir.

Ben önceki yazımda bu Zat-ı Muhterem kimdir diye sordum.Öyle ya, burada ona ait kıssaları okuduk,kendisinin "Işığın Efendisi" olarak anıldığını okuduk.Ancak kim olduğunu okumadık.Edep bu zat-ı muhteremin kim olduğunu söylemektir.

Bahri Bey'in yazdığı yazıda ilgimi çeken,bana ters gelen bir şey hakında bende bir yazı yazdım.Tamamen haksız olabilirim.Bunu kabul edebilirim.Ancak Bahri Başar bana cevep vereceği yerde,yanılıyorsun,doğrusu şudur budur, diyeceği yerde;uzun bir haddini bilmek ve edep üzerine, ilkokul zekası çocuklar seviyesinde bir kıssa daha yazması sanırım"edep" problemimizi artırmaktadır.

Edep; mahattabına bakarak konuşmaktır.Yazdığınız yazıya karşı sorulan sorulara cevep verebilme olgunluğudur.

Bu olgunluğundan dolayı Sn.Muzaffer Altuncu'ya teşekkür ederim...

Muhabbetle...
Kullanıcı avatarı
İlkay Durgun
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 280
Kayıt: Pzr Kas 06, 2005 9:27 pm

Mesajgönderen Bahri Başar » Pzt Oca 14, 2008 9:26 pm

Çok konuşan, çok yanılır

Dil, büyük bir nimettir. İyiliği de kötülüğü de büyüktür. Cennete de, Cehenneme de götürür. Cirmi küçük, cürmü büyüktür. İman ve küfür dildeki ifadeden anlaşılır. Dil, ya hak konuşur, ya bâtıl. Diğer uzuvların sahası dardır. Kulak sadece işitir, göz sadece görür. Dil ise, hayır ve şer için geniş alana sahiptir.
Dil yırtıcı bir hayvan gibidir, serbest bırakılırsa sahibini parçalar. Sükut eden, hataya düşmekten, yalandan, dedikodudan, söz taşımaktan, kendini övmekten, boş konuşmaktan ve daha birçok dil afetlerinden kurtulur. Çok konuşan hata eder. Eshab-ı kiram hep hayır konuştukları halde, yanlış konuşmak için değil, belki boş bir söz söyleriz diye sükut ederlerdi. Hazret-i Ebu Bekir, ağzına taş koyar ve;
“Başa gelen bütün felaketler bundan gelir” buyururdu.
Çok konuşanın dili sürçer, kalbi kararır. Kalbi kararan da, hata üstüne hata yapar ve kalb kırar da farkında bile olmaz. Diline sahip olan, dinini korur. Din büyükleri, talebelerine ve sevenlerine hep:
“Bir kimsenin cahil olduğunun alameti şunlardır: Canlı-cansız her şeye kızar. Diline sahip olamaz ve sır saklayamaz. Parasını yerli yerince harcayamaz. Herkese güvenir. Dostunu düşmanını ayıramaz. Kötü kimselerle arkadaşlık eder” diye nasihat etmişlerdir.

Dilini tutan kurtulur...
Dile sahip olmak, az konuşmak dinimizin emridir. Peygamber efendimiz:
(Dilini tutan kurtulur) buyurmuşlardır.
Susmak, açık bir hikmet ve güzel bir haslettir. Dilin susması kalbin susmasına, kalbin susması Rabbin mağfiretine sebep olur. İnsanın selameti, dilini korumasındadır. Zira Resulullah efendimiz:
(Selamet isteyen, sükut etsin, dilini tutsun!) buyurmuşlardır.
Söz insanın terazisidir. Fazlası ziyan, azı vakardır. Az konuşan kınanmaz, üstelik itibarı da çok olur. Şaka, alay ve boş konuşmak ise, belaya yol açar. Vüheyb bin Verd hazretleri;
“İbâdet veya hikmet on kısımdır. Bunun dokuzu, sükût edip, konuşmamaktır” buyurmuştur.
Kişi, dilinin altında gizlidir. Dil, irfan hazinesinin anahtarıdır. Çok konuşan, gönüldeki hizmet cevherini boşaltır.
Çok konuşmak dostluğu bozar. Lüzumsuz konuşmak, ayıpları açığa çıkarır. Acı, sert söyleyenden, dostları, sevdikleri kaçar, uzaklaşır. Peygamber efendimiz;
(Çok konuşan çok yanılır, çok yanılanın yalanı çoktur. Yalanı çok olan da Cehenneme layıktır) buyurmuştur.
Abdullah bin Selam hazretlerine, kendisini Cennetlik eden amelin ne olduğu sorulduğunda;
“Boş söz konuşmam ve kimseye karşı kötülük beslemem” cevabını vermiştir.
Eğer bir kimsenin kalbinde darlık ve üzüntü, vücudunda bitkinlik ve halsizlik, rızıkında eksiklik ve bereketsizlik olursa, bunun boş ve yersiz konuşmalardan meydana geldiğini bilmelidir! Dil söylemezse, kalb rahat eder. Sözü az, ameli çok olanın, gönül gözü parlar, açılır. Diline sahip olan, bedenine de sahip olur. Çünkü hadis-i şerifte:
(Her sabah, bütün uzuvlar, yalvararak dile derler ki: Bizim hakkımızı gözetmekte, Allah’tan kork, kötü söz söyleme, bizi ateşte yakma! Bizim dine uyup uymamamız senin sebebinledir. Sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğri olursan biz de eğri oluruz) buyurulmuştur.
Sükut yani dile sahip olmak, yorulmadan yapılan ibadet, masrafsız takılan bir ziynet, hükümdarlığa muhtaç olmadan ele geçen bir devlet, duvara ihtiyaç duyulmadan yapılan kale, çalışmadan kazanılan zenginlik ve ayıpların kapatılmasıdır. Hazret-i Lokman hakime; “Bu makama nasıl yükseldin?” diye sual edildiğinde;
“Doğru konuşmak, emanete riayet etmek ve faydasız sözleri terk etmekle” cevabını vermiştir.
Bir söz söylerken hem kendimizin, hem de karşımızdakinin ahiretini düşünerek konuşmalıyız. Zira ağızdan çıkan söz, muallakta kalmaz, ya sağ tarafa veya sol tarafa yazılır.
Abdullah bin Avn hazretleri, Tabiînin büyüklerindendir. Diline sâhib olup, hiçbir zaman kötü söz söylemezdi. Yahyâ el-Kattân hazretleri; Abdullah bin Avn hazretleri için;
“Abdullah bin Avn’ın üstünlüğü, insanlar arasında dünyâyı en fazla terk etmiş olması bakımından değil, diline sâhib olması bakımındandır. O, insanlar arasında diline en fazla sâhib olanlardandır” buyurmuştur.

Sıkıntıdan kurtulmak için...
Bişr-i Hâfî hazretleri buyuruyor ki:
“Dünyâda azîz olmak, âhirette selâmette kalmak isteyen, diline sâhib olsun. İki şey kalbe kasvet verir. Çok konuşmak ve çok yemek.”
Bir kimse, Eyyûb-i Sahtiyânî hazretlerinden nasihat isteyince;
“Diline sâhib ol, az konuşmaya dikkat et” buyurmuşlardır.
Zünnûn-i Mısrî hazretlerine; “Kalbini en güzel koruyan kimdir?” diye sorduklarında;
“Diline en çok hâkim olan” cevâbını vermişlerdir.
Netice olarak Mansûr bin Ammâr hazretlerinin buyurduğu gibi;
“Sıkıntıdan kurtulmak istiyorsan, dünyâyı istemeyi bırak, özür dilemekten kurtulmak istiyorsan, diline hâkim ol...”
Kullanıcı avatarı
Bahri Başar
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 15
Kayıt: Cum Şub 02, 2007 2:50 pm
Konum: hatay

Mesajgönderen Bahri Başar » Pzt Oca 14, 2008 9:27 pm

Beterin de beteri vardır

Her şeyin sahibi, yaratanı, Allahü teâlâdır. Kullarını imtihân etme ve hesâba çekme yetkisi de Ona aittir. Kulun vazifesi, Sahibinin emirlerine itâattir. İnsanın, her gün ve her anki hâlinden memnûn olmasına, her hâlinden Allahü teâlâya şükretmesine, kanâat denmektedir. Kendinden dahâ iyi, dahâ zengin, dahâ kuvvetli, dahâ güzel bir insanı kıskanmayarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan bir kimsenin kalbi, râhat olur ve böyle bir kimse, Allahü teâlânın sevgili kulu olur. Kulun sevgili olması demek, Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnûn ve râzı olmasıdır. Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmaya, rızâ denir. Böyle bir kimse, Allahü teâlâdan bir felâket gelse, ona da rızâ gösterir. Hâlini kimseye şikâyet etmez. Bu hâl, her insanın yapabileceği bir iş değil ise de, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede her insan, bu tahammül ve rızâyı gösterebilir. Muhammed Ma’sûm hazretleri buyuruyor ki:

Kederlerin en büyüğü!..
“Dert ve belâ Allahü teâlâdan gelir. Belâdan kurtaran da, Odur. Her sıkıntının belli vakti vardır. Vakitlerini değiştirmek mümkün değildir. Şikâyet etmek, fayda vermez. Ona duâ edilirse, hiç gam, keder kalmaz. Duâ etmemek, gamların, kederlerin en büyüğüdür. Zira Allahü teâlâ, duâ edenleri sever.”
Sabır, dert ve elemi şikâyet etmemektir. Mihnet ve sıkıntıya katlanmak, muhabbetin îcâblarındandır. Bunun için her musîbete ve belâya sabretmek, şikâyet etmemek lâzımdır. Zîrâ, sabrı bulunmayan insanların dinleri kolaylıkla helâk olur. Dert ve belâ çekenlere sevâp olmaz. Dert ve belâlara sabredenlere, bunları Allahü teâlâdan bilip, Ona yalvaranlara sevâb vardır. Nisâ sûresinin 78. âyetinde meâlen;
(Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, ni’meti olarak gelmektedir. Her dert ve belâ da, kötülüklerine karşılık olarak gelmektedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü teâlâdır) buyuruldu.
Allahü teâlâ, dertleri, belâları, günâhlara cezâ olarak, azâb olarak göndermiyor. Günâhların affedilmeleri için, ihsân olarak gönderiyor. Hadîs-i şerîfte;
(Hac yolunda ölenlere ve Allah yolunda gazâ edenlere müjdeler olsun! Çoluk çocuğu çok ve kazancı az olup, hâlinden şikâyet etmeyerek, evine neşe ile girip, gülerek çıkan kimse de, hâcılardandır ve gâzîlerdendir) buyurulmuştur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhiret, bunun için yaratılmıştır. Dünyâ ile âhiret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine yanî birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O hâlde, dünyâda nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhirette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyâda tehlikelerden sakındığı, çalıştığı hâlde çok acı çeken mü’min, âhirette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyânın ömrü, âhiretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Dahâ doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? İnsanlar, dünyâda, birkaç gün dert, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedî nimetlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen, râhatlığın kıymetini bilmez. Dünyâda bunlara elem vermek, sanki dâimî lezzetleri artırmak içindir.”

Gönlü zenginlerden ol!
Hayrı da, şerri de yaratan ve kullarını, nimetlerle veya dertlerle imtihân eden, Allahü teâlâdır. İnsan, cenâb-ı Hakkın kendisi için takdir ettiğine kanâat etmeli, itirâz etmemeli ve içinde bulunduğu hâle de şükretmelidir. Bizden daha kötü durumda olanların bulunduğunu unutmamalıdır. Süfyân-ı Sevrî hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın yaptığı taksime râzı olup, rızkından memnun olursan, gönlü zenginlerden olursun. Allahü teâlâya tevekkül edersen, kuvvetli olursun. Kimseyle münâkaşa etmezsen, Allahü teâlâ ve insanlar seni sever. Acırsan, her şey sana acır.”
Netice olarak, hiçbir zaman, hiçbir şekilde insan, içinde bulunduğu hâlden şikâyetçi olmamalı, her zaman şükredici olmalıdır. Çünkü beterin de beteri vardır.
En son Bahri Başar tarafından Sal Oca 15, 2008 9:21 pm tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
Bahri Başar
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 15
Kayıt: Cum Şub 02, 2007 2:50 pm
Konum: hatay

Mesajgönderen İlkay Durgun » Sal Oca 15, 2008 3:18 pm

çok laf ha!

herhalde arkadaşımız bize
hocanın dediğini yap
yaptığını yapma
demek istiyor :wink:
Kullanıcı avatarı
İlkay Durgun
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 280
Kayıt: Pzr Kas 06, 2005 9:27 pm

Mesajgönderen Bahri Başar » Sal Oca 15, 2008 9:13 pm

Sevgili ilkay kardeşim,amacım tartışma ortamı oluşturmak değil,bilakis fikirlerin paylaşılmasını sağlamaktır.Sizler gibi bu forumda veya başka ortamlarda fikir beyan eden arkadaşların değerli fikirlerine saygı duyuyorum bu böyle bilinmelidir.
Sizlerin eleştirilerine cebvap vermememde inanınki neden, tartışma ortamı oluşturmak istemeyişimdendır.Bundan sonrada cevap vermeyeceğim (bu manada)
Yazılarımdaki amacım büyüklerimden edindiğim bilgileri paylaşmak ve onların makalelerinden istifade etmek ve ettirmektir.
Hiçbir tarikat mensubu değilim.Gizli hiçbir amaç gütmüyorum.Bende sizler gibi Şahinkayalıyım.
Sizlerin ve forumda yazan arkadaşların, yazılarını okuyorum ve mutlu oluyorum.
Paylaştığım fikirler olduğu gibi, paylaşmadıklarımda var, her paylaşmadığım fikir, hakkında olumsuz düşünmem yarın olumlu düşünmeyeceğim manasını taşımaz.Çünkü insanlar kendilerini sürekli geliştirirlerek doğrulara ulaşır.Bugün doğru bildiğimiz aslında yanlış veya eksik veya tersi olabilir. Bilgilerimizi sürekli yenileyerek yanı deneyim kazanarak herzaman doğrulara ulaşırız.
Benim bakış acım budur.
Sizlerin eleştirilerinden rahatsız olmadım bilakıs memnun oldum.çünkü yazılanlar okunuyor (benimde sizin yazdıklarınızı okuduğum gibi).
Yunus Emredin Dediği Gibi '' Gelin Danış Olalım İşin Kolay kılalım''diyor,sevgi ve saygılarımı tüm forum üyelerine sunarım.
Kullanıcı avatarı
Bahri Başar
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 15
Kayıt: Cum Şub 02, 2007 2:50 pm
Konum: hatay

Sonraki

Dön DÜŞÜNCE PLATFORMU

Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir