NASIL BİR MİLLİYETÇİLİK?

"Düşünebilen bir nesil yaratmak ve düşüncelerimizi özgürce paylaşmak için" burada buluşalım.

Moderatörler: Muzaffer Mustafa Altuncu, Osman Nuri Sarı, Özgür Hasan Altuncu

NASIL BİR MİLLİYETÇİLİK?

Mesajgönderen İlkay Durgun » Prş Şub 08, 2007 8:29 pm

Çağdaş Fransız edebiyatının önemli isimlerinden Michel Tournier’in Alman şair-filozof Goethe’nin aynı isimli ünlü balad’ından mülhem “kızılağaçlar Kralı” romanı, alegorik bir Nazizm eleştirisidir. Tournier, Otorite, saf kan, ari ırk, seçkinlik gibi son derece erkeksi ve sert görünen özellikleriyle faşizmin, esasta ‘naif, efemine, körpe bir oğlan çocuğu’ imgesi üzerinden tam tersi bir durumun maskesi olduğu tezini işler; “Arılık, masumluk durumunun kötücül tersyüz edilmesidir. Masumluk, varoluşu sevme, göksel ve yersel besinlerin gülümsemeyle kabülü, cehennemsel arılık ya da kirlilikten birini seçebilme olasılığından habersiz oluş demektir. Bu kendiliğinden olan ve sanki doğuştan gelen azizlikten, şeytan, bunun tam tersi olan ve kendisine benzeyen bir maskaralık üretmiştir: arılık saplantısı. Arılık saplantısı, yaşamdan nefrettir, insana kin duymadır, hastalıklı bir hiçlik duygusudur. Kimyada arı bir cisim, tümüyle doğala aykırı bu duruma gelebilmek için vahşice bir işlemden geçirilir. Sırtına arılık şeytanı binmiş insan çevresine yıkım ve ölüm saçar. Dinsel arılaşma, siyasal temizlik, ırkın arılığını koruma gibi pek çok çeşitlemesi vardır bu korkunç izleğin, ancak bunların hepsi, aynı biçimde, hem arılığın hem de cehennemin simgesi olan o ayrıcalıklı araç; yani ateşle işlenen sayısız cinayetle son bulur..”
Tournier, bir Fransız olarak Alman tipi milliyetçiliği, yani ırkçılığı tersyüz ederek teşhir eder. Ama milliyetçiliğin tek türü bu değildir. Hatta en yaygın milliyetçilik türünün anavatanı Fransa’dır. Fransız milliyetçiliği “ulus” ve “vatan” kavramına dayanır. Bundan daha rafine ve ilginç milliyetçilik türü ise Anglo-Sakson’larınkidir. İngiliz milliyetçiliği, ırk, vatan, ulus gibi entitelere değil, insanları İngilizce düşündürtmeye dayalı içsel bir kendine benzetme ve tabi kılmayı içeren en rafine faşizmin örneğidir. Milliyetçilik kavramı ve yaygın sembollerinin hiç birine İngiliz milliyetçilerinde rastlanmaz.
Ari ırk saplantısı, Fransızlarda kültüre, İngilizlerde ise tabiiyete bağlı olarak vardır. Onlar Almanlar gibi insanları kanlarına göre ayırmaz, dönüştürerek kendine benzemeye zorlar ve son tahlilde kendine benzetse de görünmez tel örgülerle arasına bir sınır ekleyerek sadece etrafında tutar. İçine almaz, eşit görmez. Ari ırk saplantısının en tehlikeli biçimi budur.
Bize, Doğuya yabancı olan bu ırkçılık biçimlerinin son yıllarda yükseldiğine dair şehir efsaneleri duymaktayız. Doğrudur, tüm dünyada uzun süredir bir milliyetçilik türü yükseltilmekte, yaygınlaşmaktadır. Ama bu milliyetçilik, batılı beyaz adam ırkçılığıdır. Üstelik, geçen yüzyıl başlarından bu yana sömürgecilik, iki dünya savaşı, bir soğuk savaş, bir 11 Eylül sonrası yeni sömürgecilik yaşatan ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan bir milliyetçiliktir bu… Bütün 19. ve 20. yüzyıllar boyu bu milliyetçiliğin peşine takılıp öykünen bir çok batı dışı milliyetçilik serüvenini de biliyoruz. Ama yine de, hala batılı beyaz adam milliyetçiliği yükseliştedir ve bize ait milliyetçiliklerin batıya tepkinin ürünü anti sömürgeci tutumlar ya da batı için kullanım değeri olan manipülatif ideolojiler olma dışında sahici bir manası bulunmuyor.
Bizde milliyetçilik, eninde sonunda bir güvenlik refleksidir ve yabancı tasallutuna direnişten beslenir. Irk ya da tek tip ulusa dayalı milliyetçilikler ise sadece retorikten ibarettir. Toplumsal mayamız, bu retoriği içselleştirmeye müsait değildir. Çünkü biz kendimizi tarihte var etmek için çabalayan geç kalmış kabileler değiliz. Öteki ile yeni tanışıp kendimizi korumaya alarak egemen olmaya çalışmaya ihtiyacımız yok.
Batılı burjuvazi, 19. ve 20. yüzyıllar boyu bir yandan kendi özel egemenlik alanlarını yaratmak-Ulus devlet kurmak- öte yandan rakip gördüğü büyük bütünlerin- kiliselerin ve imparatorlukların egemenlik alanının- parçalanarak hazmedilebilir çapta birer küçük ünitelere dönüşmesi için milliyetçiliği icad ve teşvik etmişti. Bu milliyetçilik teşviki, onlarca Ulus devletin doğuşu ile sonuçlanmış ve dünya düzeni bu ulusların dolaylı kontrolü ve paylaşımına dayalı bir temele oturtulmuştu. Soğuk Savaş yılları boyunca, milliyetçilik( ler), ya batı kampının anti komünist paramiliter organizasyonları veya Doğu kampının anti kapitalist “ulusal kurtuluş” hareketleri olarak gelişen yani kullanım değeri olan manipülatif akımlardı.
Soğuk Savaş sonrası küresel burjuvazi ve onun politik cephesi olarak ABD-İngiltere, yeni bir programı devreye soktu. Ulus devletlerin çağı geçmişti ve şimdi küresel bir düzen kurulacaktı. Uluslar daha küçük ünitelere bölünerek merkeze bağımlı ve birbirine de düşman entiteler haline gelmeli, toplumsallık yerine bireysel aidiyetler öne çıkarılmalıydı. Bu süreç, küreselleşme ile mikro milliyetçiliklerin teşvik edilişini, eşzamanlı olarakta ulus devlet ve konvansiyonel milliyetçiliklerin ise tasfiye edilişini gündeme getirdi. Bu programı kendi varlığına tehdit addeden uluslar ve ulusculuklar doğal olarak direnişe geçti. İşte bugün yükseldiği iddia edilen milliyetçilik vakası, bu naif direniş ve itirazları ifade eder ve buna dahi tahammülü olmayan küreselci milliyetçiler tarafından pejoratif bir edayla abartılması aslında tasfiye edilişine dönük bir mühendislik çabası gibi görünmektedir. Bu sosyal mühendislik, 1960 ve 70’li yıllarda “komünizm geliyor”, 1980 ve 1990’lı yıllarda “İslamcılık yükseliyor” bahanesiyle uygulanmış ve abartılı tehdit imajlarıyla yüklü sis bombaları eşliğinde bu akımlardan yeni dünya düzenine kadro devşirilerek, geri kalanı tasfiye edilmişti.
Bugün yükselen milliyetçilik söyleminin de benzer bir operasyon olduğunu düşünmek için bir çok nedenimiz var. Siyasi cinayetlerin ilk akla gelen -getirilen- adresi artık milliyetçi-ulusalcılar. (90’lı yıllarda işlenen her cinayet sonrası İslamcılar bunu bize yıkacaklar diye tedirgin olurdu, şimdi milliyetçi çevreler aynı suçlu psikolojisine sokuldu) Son derece marjinal ve içeriksiz ulusalcı söylemler sürekli gündem yapılıyor. (90’larda en uç ve primitif İslamcı gruplar-tarikatlar bütün Türkiye’yi kuşatmış havasında sunulurdu). Ulusalcı söylemin perde gerisinde askerlerin-derin devletin olduğu iması ise, tasfiye edilmek istenen gerçek odağın yani ulus devletin çekirdeğinin bir şekilde yeni düzene itirazının terbiye edilmek istendiğini gösteriyor.
Bu genel fotoğrafın içinde, küçük ama önemli birkaç nokta daha var:
Öncelikle yükselen kürt milliyetçiliğinin mazlumiyet istismarına dayalı kollanmasına paralel olarak hedefe alınan Türk milliyetçiliğini kriminalize etme ve ardından suçüstü yapılması söz konusu. Küresel programın müttefiki kılınan mikro etnik-mezhebi milliyetçiliklerin kollanmasını anlamak mümkün, ama düne kadar, özellikle soğuk savaş boyunca batı kampının müttefiki konumundaki “Türk milliyetçiliğinin” bu şekilde tasfiyesi, Saddam’ın idamına benzer bir operasyonun ideolojik düzeyde de uygulandığını akla getiriyor. Eski müttefikler gibi eski müttefik ideolojik akımlarında artık olmaması gerekiyor! Ama bundan daha önemlisi, dünya sisteminin iki yüz yıllık ulus devletlere dayalı yapısının tasfiyesi için öne çıkarılan küreselci neo liberal söylemin içinde gizli batılı beyaz adam milliyetçiliğinin ortaya çıkan boşluğu doldurmasıdır. Öyle ki, tüm dünyaya dayatılan İngilizce hegemonyası, tek tip giyinme ve yaşama kültürü, tek tip mimari, tek tip düşünce, tek tip ekonomi…gibi Anglo-Sakson milliyetçiliğinin doğasına uygun bir tebalaşma sürecinin derinleşerek nüfuz etmesi söz konusu. Yani Türk, Arap, Fars, Rus, Hintli, Alman, Fransız…kimliğini çözüp bir kenara koyarken, herkesi batılı beyaz Protestan insan tipine dönüştüren bu rafine milliyetçiliğin tasallutuna açık bir alan yaratılıyor. Bu manada, Anglofil yaşam tarzını benimsemek kaydıyla, daha alt kimlikler edinmenin özgürlüğü, demokrasisi, piyasası ardına kadar açılıyor. Kürt, Ermeni, Beluc, Süryani, Makedon, Çerkez, Katalan, Berberi, Şii, Sünni, vb. olmak ancak ve sadece bu kimliklerin iç içe yaşadığı ulusal bütünlüklerin kimlikleriyle çatıştığı oranda teşvik görüyor. Eğer çatışmaya sokulamazsa, yani kullanım değeri yoksa, bu kimlikler için demokrasi ve insan hakları da olmuyor! Durum en tepede bütün dünyada yürütülen en rafine ve büyük milliyetçilik biçiminin küçük milliyetçilikleri yediği Darwinist bir arenaya benziyor. Yani “Büyük hırsız küçük hırsızın elini kesiyor!”
Soğuk savaş dönemi literatürü, vatan, millet, din, bayrak, ezan = Rusya/komünizm düşmanlığı idi. Şimdi yeni literatür, insan hakları, demokrasi, piyasa ekonomisi, özgürlük = küreselci tek dünyacılık faşizmi…Eski söylem nasıl ki tek başına alındığında masum, doğru ve haklı içerikler taşıyor ama bir bütün olarak dünya düzeni içinde başka bir manaya geliyorduysa, bugünde kendi başına doğru ve haklı olabilecek kavramlar, küreselci dizayn içinde bambaşka bir manaya dönüşüyorlar. Tıpkı 1984’ romanındaki Orwelyen dünya gibi, savaş deyince barış, mutluluk deyince acı, aşk deyince nefret kastediliyor. İşte önümüzde demokrasi götürülen(!) ve kadınlardan çocuklara kadar haklar bahşedilip özgürleştirileceği iddia edilen Irak ve Afganistan. Bunları anlamak için başımıza bombaların yağmasına gerek yok.
Bu koşullarda milliyetçiliği tartışmak için, çok özenli ayrımlar ve itinalı ölçüler kullanılmalı. En önemlisi, Milliyetçilik eleştirisi ile milliyetçilik şahsında yürütülen aidiyet, ortak kimlik ve milli değerler ve hassasiyetlerin sabote edilişini ayırmak gerekir. Eleştiriyi, vatanseverliğin nasyonalizme galebe çalması bağlamında yürütmemiz elzemdir. Ama milliyetçiliğe vurma bahaneli değer tahribatı karşısında dikkatli olmalıyız.
Öncelikle, ülkemizde egemen olan Türk milliyetçiliğinin iki türü arasında ayrım yapmamız gerekiyor. Birincisi, Kemalist programın yaratmaya çalıştığı Fransız tipi ulusal kimliğin, 1980’lerden sonra yükselen burjuvazi tarafından İngiliz tarzı Beyaz Türk milliyetçiliğine dönüşmüş biçimi ile karşı karşıyayız. Bürokratik resmi milliyetçilik söyleminden, sermayedar seçkinlerin (Akbudun’un) söylemine geçişte “Türk” kavramının yaşadığı popüler anlam değişimini Amerikanvari “üst kimlik” tartışmalarında gözlemlemiştik. Eski solcu yeni liberal aydınların dilinde ete kemiğe bürünen bu “Türk” kavramının rafine bir el çabukluğuyla Kürt’ten ayrıştırılıp üst kimliğe yerleştirilirken içeriksizleştirilmesi söz konusu olmuştu. Bu “Türk”, sokaktaki vatandaş olmayıp, ondan bağımsız ve hatta yer yer onu da dışlayan renksiz bir soyutlamadan ibarettir. Örneğin dini, inançları, töreleri, başörtüsü, kavuğu, sarığı, şalvarı, lahmacunu, şalgamı, ayranı olmayan bir Amerikalı tiptir. Bu “Türk”ün büyük bir lütufla Kürtle bir arada yaşamasına dayalı sahte söylem ise, ayrıştırma işleminin başarıyla sonuçlandırılacağı menzili işaret etmekteydi. Zaten iç içe geçmiş bir toplumu önce ayrıştırıp her birine birer farklı isim takıp, sonrada kardeş ilan etmenin şeytani tuzağı, söylemin büyüsüne kapılan bir çok insanı içine aldı.
Beyaz Türk milliyetçiliği, kendisine rakip olarak en fazla içinden doğduğu Kemalist uluscu milliyetçiliği seçmişti. Bu milliyetçiliğin ulusal kimliğe ve ulus devlete biata dayalı karakterini sadece totaliterizm bağlamında eleştiren liberal söylem, sorun millet çoğunluğunun Müslüman (Sünni-Türk) karakteri söz konusu olduğunda hemen Kemalizmle ittifak yapıyor ve milleti terbiye edici o bildik yukardan bakış, o parmak sallamalar, o suçüstü yakalayıcı polis şefi edası konusunda Uluscu bürokratik seçkinlerden ön alıyordu. Beyaz Türk milliyetçiliği, sorun milleti beyazlaştırmak olunca Kemalizmle arasına koyduğu mesafeyi kaldırıp, Cumhuriyeti batılılaşma projesi olarak kodlayan o egemen ideolojinin safında yerini alabiliyor. Demek ki, üst kimlik denilen şey, aslında üsttekilerin kimliğinin tüm topluma dayatılma çabasından başka bir şey değil.
Diğer milliyetçilik türü ise, alttakilerin, Karabudun’un Türk milliyetçiliği. Soğuk Savaş döneminde kullanım değeri olan bu milliyetçilik türü, Kürt meselesi karşısında kendini zaman zaman ırkçı tepkiselliğe itse de, özünde bölünmeme, ayrılmama, yek vücud olma, dış manipülasyonlara kapılmama hassasiyetlerinin “Türk” kavramı etrafında sağlanması, daha doğrusu ancak ve sadece bu kavramla birliğin mümkün olduğu kesin inancını ifade ediyor. Ne var ki, sınıfsal olarak alt-orta sınıflara dayalı bu akımın teorik ve kültürel yetersizliği, onun kriminal bir korku nesnesi halinde sunulmasına yol açıyor. 1970’li yılların nisbeten fikir temelli milliyetçilik “hareketinin” 2000’li yılların yarı mafyöz ve lümpen unsurların maskesi olarak kullanılan milliyetçilik “refleksine” indirgenmesi, milliyetçi akımların önderlerinin de şikayet ettiği bir durum. Gerçi bu milliyetçiliğin bir suç kaynağı olarak sunumunda, eski solcu aydınların yarım kalmış hesaplaşmalarının da payı var.Ama asıl neden, tıpkı 90’larda İslamcılığa yapıldığı gibi, bu aşağıdan gelen ideolojilerşmiş millet sosyolojisine karşı Beyaz Türk milliyetçiliğinin milleti terbiye edici edasından kaynaklanan topyekün batılılaştırma operasyonunun totaliter karakteridir.
Milliyetçiliğin bugünlerde en popüler hale getirilen üçüncü biçimi ise, “Ulusalcılık” olarak kodlanan ve derin devletle ilişkilendirilerek kriptolaştırılan bir heyula. Adresi, lideri, programı, içeriği belli olmayan, sadece olan biten her olayda itirazları, şerhleri ve muhalefeti ile gündem yapılan bu akımın, yükselip yükselmediğini de ancak Beyaz Türk medyasından öğrenebilmekteyiz! . Galiba “Ulusalcılar” yaşanan yeni Tanzimat sürecinin sükseli adları olan küreselleşmeye, AB’ye, çağdaşlaşmaya, demokratikleşmeye direndiği ileri sürülen statükonun kara imgesi olarak seçilmiş durumda. Ama gerçekte böyle bir akımın var olup olmadığı da meçhül. En azından eski solcu ve eski İslamcı yeni liberal çevreler için bir “kızılağaçlar kralı” fonksiyonu görüyor. Onlar için Masumiyetlerini, -yani kendilerinin olgunlaşmaya dayalı değişimlerini!- haklılaştıracak bir kötü geçmişin ve kötü düşünme biçiminin karikatürleri olarak sunulan Ulusalcıların bu rollerinin dışında sahici bir mana taşıdığını söylemek çok zor. Belki şu söylenebilir; , Uluscu milliyetçiler, 20 yıl öncesine kadar bugünkü Beyaz Türk milliyetçiliğinin bugün teşvik edilişine benzer bir mühendislik süreciyle seçilerek teşvike mazhar olmuş çevrelerdir. Şimdiki direnişlerinde sadece milliyetçi duyguları değil, birazda bu mazhariyet ve hegemonya kaybının kıskançlık ve öfkesi sezilmektedir.
Milliyetçilik eksenli bir tartışmada unutulmaması gereken bir diğer husus, yüz yıl önce milliyetçilikler sayesinde kaybettiklerimizdir. Batı kaynaklı azınlık yaratma ve himaye etme söylemine Tanzimat’tan beri aşinayız. Bizi birbirimize düşüren ve bir çok acılara mahkum eden bu sürecin aynısını bugün sahneleyenlere karşı yapacağımız tek şey, ortak ülkü ve aidiyetlerimizi öne çıkarmaktır. Millet olarak kimseden bir arada yaşama kültürü ya da diyalog öğrenecek değiliz. Ama bir zalim yanımız, ölçü tutturamayan, öfkesini kontrol edemeyen ve patladığı an insaf ve vicdan tanımayan bir yanımız daha olduğunu unutmayalım. Birileri buna milliyetçilik, başkaları da ayakta kalma içgüdüsü diyor. Geçmişte biz dışa karşı bir olabiliyorduk. 1. dünya savaşında bu yetimizi kaybettik. Çünkü biz zayıflamıştık ve ecnebi güçlenerek geliyordu. Bizim bazı unsurlarımız bu zayıflık-güçlülük görüntüsüne kendisini kaptırarak yanlış adımlar attı. Sonuçta, bizim kardaşımız, dindaşımız ya da yoldaşımız olan bir çok topluluk yükselen yeni güçlere yaslanma yanlışıyla elinde olanı da kaybetti. Bu nedenle belki sorun yeniden güçlenerek bir birbirimizi sahiplenmek ve başkasına atfettiğimiz gücü geri almakla çözülecek.
Bugün artık gündemimizi batı kaynaklı sahte kimlik tartışmaları değil, sahici kardeşlik, dayanışma ve yeniden bölgemizle bütünleşme fikriyatı meşgul etmeli. Milliyetçilik eğer bizi bir birimizden ayırıyor, husumet ve kin doğuruyor, yeniden tarihe yürüyüşümüzü sabote ediyor ve batının yükselen küreselci rafine milliyetçiliğinin arzu ettiği ayrışmalara neden oluyorsa, bir fitneden başka bir şey değildir. Eğer vatanseverlik, aidiyet ve haysiyeti temsil etme, milletin hak ve hukukunu muhafaza etme, Küreselciliğe karşı bize ait bir cihanşümulluğun iç kalesi olarak kendi milli varlığımızın gelişip güçlenmesine çabalama misyonu üstlenecekse, milliyetçiliğin, Milliciliğe dönüşüp, kendine çeki düzen vermesi, milletin bir parçasına ya da kendisi gibi düşünmeyenlere dönük suçlayıcı söylemlerini terk etmesi, kentli, rasyonel ve dışa dönük bir milli duruşun sigortası olarak konuşlanması pozitif bir misyon üretecektir.
Bugün son kalan aidiyetlerimizi de hedefleyerek gelen küreselci dalgayı, yani yükseltilen batılı beyaz adam milliyetçiliğini uygun bir çalımla absorbe edecek ve Türkiye’nin tarihi ve coğrafi büyüklüğünü yeniden sağlayacak bir hamleye ihtiyaç var. Bunun için gerekli olan milliyetçi bir diskur değil, millici bir aidiyet inşasıdır. Milliyetçi diskur, son tahlilde küreselcilik kadar bize, tarihimize ve coğrafyamıza yabancı ve yabancılaştırıcı bir sicile sahiptir. Millicilik ise, etnosa, otoriteye, yapay kimlik icatlarına değil, bütün renkleri ve alaşım hali ile millet varlığının çoğulcu bütünlüğüne aidiyet hissetmeyi ifade eder. Bu manada millilik; milliyetçiliğin, küreselciliğin, ulusalcığın, yani bir bütün olarak batıcılığın antitezidir.
Millici bir inşayı ise, milliyetçiliğin devletçi, her koşulda devleti kutsayıcı diskuruyla değil, ya da küreselci ideolojinin, devleti küçülterek, yıkarak, azaltarak yerine şirketleri, bankaları, medyayı ikame edici diskuruyla değil, aksine devleti asli misyonuna, bizim buralardaki o tarihsel manasına, yani kerim devlete dönüştürerek yapabiliriz. Devletçi milliyetçi söylemin devlet adına çeteleşebilmeyi sağlayan veya devlet karşıtı liberal söylemin devletin boşalttığı alanlara sermaye güçlerini, şirketleri ve alışveriş ilişkilerini ikame etmesini zorlayan karakterlerini göz önüne alırsak, gerçekten toplumsallığın ürünü, toplum denetimine açık ve içerdeki ya da dışarıdaki toplum düşmanlarına karşı örgütlenmiş bir devlete ihtiyacımız var. Bu devlet, hepimizin ortak paydası ve ortak mülküdür. Hiç kimsenin sahiplik, efendilik taslamadan, eşit ve özgür yurttaşlar olma statüsüne sahip olacağı gerçek bir Kerim devlet Cumhuriyetinin savunulması hepimizin ortak davası olabilir.
Sözün özü; mevlana’nın ifadesiyle, “bizim eve de iki ben sığmaz”. O zaman kaybettiklerimizin tescili ve kaybedeceklerimizin habercisi olan bütün milliyetçilikleri ayrım yapmadan nasıl aşacağımızı, hepimizin olduğu haliyle içinde yer alacağı tabii bir varoluşu ve erdemlerimizin toplamı olan kolektif bir ben idrakini nasıl pişirerek olgunlaştıracağımızı tartışmaya başlamalıyız..
ahmetozcan1@ yahoo.com
Kullanıcı avatarı
İlkay Durgun
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 280
Kayıt: Pzr Kas 06, 2005 9:27 pm

Mesajgönderen Serkan Birinci » Cum Şub 09, 2007 1:07 am

sevgili İlkay;

DİNK ile ilgili başlıkta vermeye çalıştığın şey alıntısını yaptığın makalenin özeti ise bence becerememişsin. Zira, makaleyi okuyup,çoğu pasaj aralarında dikkat çekilen hususları göremeden kendince yaptığın analizlerle burada kronolojik ve dünyadaki gelişmelerle ilintilenen ve sorgulanan MİLLİYETÇİLİK arasında DAĞLAAAAAAAAAAAR kadar fark var. bence makaleyi yine ve yeniden oku. sana kolaylık olsun diye bir iki noktayı aşağıya aldım.



............"Bu koşullarda milliyetçiliği tartışmak için, çok özenli ayrımlar ve itinalı ölçüler kullanılmalı. En önemlisi, Milliyetçilik eleştirisi ile milliyetçilik şahsında yürütülen aidiyet, ortak kimlik ve milli değerler ve hassasiyetlerin sabote edilişini ayırmak gerekir. Eleştiriyi, vatanseverliğin nasyonalizme galebe çalması bağlamında yürütmemiz elzemdir. Ama milliyetçiliğe vurma bahaneli değer tahribatı karşısında dikkatli olmalıyız. "

............."Eğer vatanseverlik, aidiyet ve haysiyeti temsil etme, milletin hak ve hukukunu muhafaza etme, Küreselciliğe karşı bize ait bir cihanşümulluğun iç kalesi olarak kendi milli varlığımızın gelişip güçlenmesine çabalama misyonu üstlenecekse, milliyetçiliğin, Milliciliğe dönüşüp, kendine çeki düzen vermesi, milletin bir parçasına ya da kendisi gibi düşünmeyenlere dönük suçlayıcı söylemlerini terk etmesi, kentli, rasyonel ve dışa dönük bir milli duruşun sigortası olarak konuşlanması pozitif bir misyon üretecektir. "
......




aslında benim algılamamda MİLLİYETÇİLİĞİN ta kendisi MİLLİCİLİK olarak sunulmuş ve tarif edilmiş ise de makalede dönemsel Milliyetçilik tanımlamalarında MİLLİCİLİK adıyla bir dönüşüm ihtiyacı işaret edilmiş. Üstelik Millicilik en sığ şekliyle Nihal ATSIZ'ın tarifindeki "aidiyet" kavramıyla özetlenmiş.
Serkan Birinci
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 260
Kayıt: Cum Eyl 16, 2005 7:18 am
Konum: Ankara

Mesajgönderen İlkay Durgun » Cmt Şub 10, 2007 2:52 pm

Önce şu düzeltmeyi yapayım izninle;Benim buraya astığım hiç bir alıntı yazı, tamamen benim fikirlerimi içerir diye asmam.Yani belli bir tartışmaya zemin olsun, içindeki bazı fikirlerden ve özelliklede bilgilerden yararlanalım diyedir.

Seninde alıntısını yaptığın bölümlerde söylenenlere benim zaten derin itirazlarım yok.Sen sanırım beni doğru okumuyorsun.Yaptığın birinci alıntıda; milliyetçilik eleştirisi yaparken ,milli değerleri sabote etmeyelim uyarısı yapılıyor.Buna tamamen katılıyorum mesela.Benim milliyetçilik eleştirilerimin neresinde milli hassasiytlerimize,değerlerimize bir sabote var?

Aksine geçmişimize,bu toprakların değerlerine ve hatta milli hasasiyetlerimize sahip çıkalım diyorum.Özenle vurgulamaya çalıştığım şey ise;anadolu'nun ırki bir değer yargısının olmadığını,bir çok kavimin ortak bir geçmişi ve yarattığı ortak değerleri olduğunu söylemeye çalışıyorum.Bu değerlere sahip çıkıp anlamaya,buradan bir siyaset üretmeye çalışmalıyız diyorum.Yani millicilğimizin Fransız ihitlalinin bir ideolojisi olan ırak adayalı bir milliyetçilik tuzağına düşmemesini,bu konuda da bu toprakların tarihinin bize yol göstereceğini söylemeye çalışıyorum.Kendi tarihimizi batının bölen,ayrıştıran,sınıflandıran aydınlanmacı aklı ile okumayalım diyorum.

Söylemeye çalıştığım özetle budur.
Kullanıcı avatarı
İlkay Durgun
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 280
Kayıt: Pzr Kas 06, 2005 9:27 pm

Mesajgönderen İlkay Durgun » Pzt Şub 12, 2007 10:10 pm

Milliyetçiliği eleştirmenin dayanılmaz hafifliği
Radikalleşen milliyetçiliği bir sistem sorunu olarak algılayan ciddi
milliyetçilik eleştirisi , tansiyonun düşmeye başladığı süreçte
şekillenecek
anlaşılan.


İstanbul’da Hrant Dink’e yapılan suikastle başlayan gergin ortamın en
önemli
tartışma konusu ‘milliyetçilik’ oldu. Basına yansıyan şekliyle: Bir
tarafta,
cinayetle suçlandığı için kendini savunmaya çalışırken koca koca çamlar
deviren, savunma pozisyonunda bir ‘milliyetçilik’ vardı; diğer tarafta
ise
milliyetçiliği, uygar bir insanın asla anlayamayacağı kadar insanlık
dışı
bir barbarlık türü olmakla suçlayan bir milliyetçilik eleştirisi.
Radikalleşen milliyetçiliği bir sistem sorunu olarak algılayan ciddi
milliyetçilik eleştirisi ise, tansiyonun düşmeye başladığı süreçte
şekillenecek anlaşılan.


Yükselen milliyetçilik Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Özellikle
Doğu ve
Orta Avrupa'da milliyetçilik, hızla yükseliyor. Burada söz konusu
edilen
milliyetçilik, ulus devletin resmi veya Avrupa ülkelerinin çoğunluk
milliyetçiliği olduğundan, Makro-milliyetçilik diye nitelemek daha
doğru
olacaktır. Milliyetçilik bu haliyle, global sistemin çevre ülkelerinin
tamamında önemli bir sorun teşkil etmektedir, çünkü radikalleşmektedir.
Bunun iki temel nedeni var: Birincisi, milliyetçiliğe can veren
kapitalizmin
ve ona bağlı sosyal yapıların bozulmasıdır, ikincisi, yeni bir tür
milliyetçilik tarafından, mikro-milliyetçilik tarafından
kışkırtılmasıdır.


Yükselen milliyetçiliğin hoşgörüsüz kabalıklarına, farklı olana karşı
tahammülsüzlüklerine bakıp, onu anlaşılması mümkünsüz cinsten bir
ruhsal
bozukluk, kötücül bir sapkınlık olarak algılamak, -elli küsür yıl önce
Karl
W. Deutsch tarafından kanıtlandığı üzere- milliyetçiliği güçlendiren
bir
yaklaşımdır. Çünkü milliyetçiliği, kapitalizme özgü, sonradan ortaya
çıkmış
geçici bir şey olarak değil de, toplumların kadirimutlak değişmez bir
özelliğiymiş gibi ele almaktadır. Bu tavır, ulus devlet (makro)
milliyetçiliğini eleştirirken, onun özü olan kapitalizmi ağzına dahi
almadığından, eleştirdiği milliyetçiliğin karşısına ya sadece başka bir
milliyetçilik türünü yani global kapitalizmin son ürünü
mikro-milliyetçiliği
çıkarmakla yetinmektedir, ya da içi boş bir demokrasi/insan hakları
söylemiyle ‘sonradan modernleşmiş ulus devlet’i, ‘önceden modernleşmiş
ulus
devlet’ ile kıyaslayıp birincisini ikincisi gibi olmamakla suçlayan bir
eleştiri dili kullanmaktadır. Bu iki yaklaşım türü de, Orta-Batı
Avrupa'da
ortaya çıkan modern kapitalist toplumun ‘azınlıklar’ diye tanımladığı,
toplumun görece homojen yapısı dışında tanımlanan vatandaşların
oluşturduğu
grup ve cemaatlerin “azınlık” değil, her konuda kayıtsız şartsız tam ve
eşit
vatandaşlar olarak kabul edilmeleri için gerekli makul çabalara hiçbir
fikirsel destek sağlamamaktadır. Tersine onların “azınlık” olarak
kalmaya
devam etmeleri bazından yola çıkıp, sadece azınlık haklarının (bu
kavramı
icad eden!) “uygar ülkelerdeki gibi” demokratikleştirilmesini
istemektedir.
Bir grup, bir kere “azınlık” olduktan sonra, bunun az veya çok
demokratik
olması son tahlilde önemsizdir (hayatında azınlık statüsünde yaşamamış
olanlar bunu kolay kolay anlayamaz). Asıl hedef, “azınlık” statüsünün
toptan
iptali olmalıdır, çünkü bu kategoride değerlendirilenler, (örneğin bu
ülkenin) asli unsurlarıdır. Herkesin bunu çok iyi anlaması lazım.


İngiltere, Fransa ve Amerika’dan dünyaya yayılan ve bir ulus devlet
formatı
ideolojisi olan milliyetçilik, bu konunun en önemli uzmanlarından
Miroslav
Hroch’un deyimiyle ‘kapitalist/burjuva toplumu’na özgü bir şeydir ve
ondan
önce tarihte asla varolmamıştır. (From National Movement to the
Fully-formed
Nation. 1996) Herkesin bir şekilde katılmak zorunda olduğu, karşılıklı
üretim/tüketim bağımlılığı nedeniyle artık kimsenin kimseye bigane
kalamadığı mobil bir iş hayatı ortamının dayattığı politize modern
birey
gerçeğinin en yaygın siyasi ifadesidir milliyetçilik. Doğu Avrupa’daki
milliyetçilik üzerine araştırmalarıyla tanınan Karl W. Deutsch,
‘kitlesel
iletişim araçları ve para kullanımının’ yaygınlaşmasını,
milliyetçiliğin
çıkış noktası, kökeni sayar. (Nationalism and Social Communication.
1953)
Konunun uzmanı Ernest Gellner’e göre ‘milliyetçilik, kültürel
homojenlikte
ifadesini bulmaktadır’ (Nationalismus und die Moderne. 1991)
‘Milliyetçiliğin sırrı’ ise, o homojenliği dayatan ‘yüksek (üst)
kültürün,
kapitalistleşmiş toplumun tamamına girişip onu kendine göre yeniden
tanımlaması ve bu durumun toplum tarafından (örneğin eğitimle) sürekli
yeniden üretilmesidir.’ Daha sonra halkı homojenleştiren hakim kültür,
o
bölgede, kapitalistleşmenin başladığı şehrin ve etrafındaki ekonomi
havzasının kültürü olmaktadır. Bu homojen yapıya uymayanlar ‘azınlık’
sayılmaktadırlar. Tabii tam bir homojenlik sağlamış bir elin parmakları
kadar modern Batı Avrupa ve Amerika ülkesi dışında, homojenleşme
dünyanın
hiç bir yerinde başarıya ulaşmamıştır. Şimdi, sistemin zayıfladığı
ortamda
homojenlik daha da bozulmaktadır ve kapitalizmin bu yeni negatif
dinamiğini,
eski Osmanlı dönemindeki, farklı kültürlerin birlikte/içiçe yaşama
geleneğini, yeniden canlandırarak, olumlu bir mecraya sokmak özel bir
önem
taşımaktadır. Bunun için de yeni ve yapıcı bir milliyetçilik
eleştirisinin
kurulması gerekiyor.


Etnik/mezhepsel farklılıklar ötesi ekonomi-politik bir yaklaşımdan yola
çıkan yeni milliyetçilik eleştirisinin, en az makro-milliyetçilik
kadar,
mikro-milliyetçiliğe karşı da sağlam bir tavır sergilemesi şarttır.


Globalleşen kapitalin kendi tarihinde ilk kez ulus devletlerden
bağımsızlaşmasının sonuçlarından biri de mikro-milliyetçiliktir.
(Global
kapitalin ulus devletten bağımsızlaşması, kapitalizmin üç yüz yıllık
tarihinde gerçek bir devrimdir. Bu aynı zamanda kapitalizmin intiharı
anlamına da geliyor) Gelir dağılımının tamamen bozularak aynı ülke
içindeki
halk kesimleri ve/veya bölgeler arasındaki farklılıkların aşılamaz
uçurumlar
haline geldiği aşamada mikro-milliyetçilik ortaya çıkmaktadır.
Kapitalizmin
karakteri gereği, halkın bir kesiminin çoğunluktan sosyo-ekonomik
bakımdan
tamamen ayrı düştüğü ortamda o kesimin kendi içinde, kendi düşük
ritmine
uygun yeni bir homojenleşme eğilimi geliştirmesinin siyasi sonucu
(globalleşme dönemi içinde) mikro-milliyetçilik olmaktadır. Eski ulus
devletlerin, kendi başına -bağımsız- ülkeler olarak varoluş temelini de
ortaya çıkaran bu dinamik, günümüzde modern toplumların intiharı
anlamına
geliyor, çünkü yeni sonradan homojenleşme girişimleri (kapitalizm
bozulmaya
başladığından) daha başından başarısızlığa mahkumdur.


Günümüzde, yeni homojenleşme girişimlerine kısmi başarı sağlayabilecek
yeni
kapitalist milli ekonomiler kurmak, global kapitalizmin negatif
dinamikleri
nedeniyle kesinlikle imkansızdır. Mikro-milliyetçiliğin kısmi başarılar
sağladığı bölgeler zaten kapitalizmin tutmadığı veya bütüncül
emperyalizmin
yoğun dış desteğiyle yapay olarak ayakta durabildiği yerlerdir. Ulus
devleti
zayıflatan ve onun ekonomik kontrolünden sıyrılmaya çalışan
mikro-milliyetçiliğin çıkarları, ona bu kolaylığı sağlayan global
kapitalle
örtüşmektedir. Mikro-milliyetçilik, makro-milliyetçilikten kopya
çektiği ve
“gayrı-resmi tarih” adı altında yaratmaya çalıştığı yeni etno-kültürel
homojenleşme zeminini, global kapitalizmden yararlanarak yaşatabiliyor.
Eskiden ulus devlet, ekonomiyi tamamen kontrol edebildiği için bu
eğilimleri
kontrol edebiliyordu. Ayrıca gelir dağılımı dengesi asla bugünkü kadar
bozulmamıştı. Globalleşme döneminin ürünü mikro-milliyetçilik ise
kendisine,
ulusal sınırları takmayan uluslarötesi global kapitalizmin “piyasa
mantığı”
çerçevesinde sosyo-ekonomik bir varoluş alanı yaratabiliyor (idi). Bunu
önleyemeyen ulus devlet milliyetçiliği önce şok durumunun felç
belirtilerini
gösterdi, şimdi, mikro-milliyetçiliğin tavsamaya başladığı aşamada
makro-milliyetçilik radikalleşiyor. (Çünkü devletler globalleşen
kapitale
sağlam bir dizgin takmaya hazırlanıyorlar. Ardından da sıra,
kapitalizmin ve
kapitalist yaşam biçiminin defterini dürmeye gelecektir)


Uçurumun kenarındaki global kapitalizm ile uzatmaları oynayan
mikro-milliyetçiliğin yaşamsal çıkarları birbirine bağlıdır. Bu yüzden
mikro-milliyetçilik, -Sol bir dil kullanmasına rağmen- kapitalist
sisteme
hiçbir eleştiri getirmemektedir. Aynı şekilde makro-milliyetçilik de,
dünyayı, Avrupa'da 1945'de sona eren 'Milliyetçilikler çağı'nın
geçersiz
eski kriterlerine göre değerlendirmektedir. O tarihlerde konserve
edilmiş
“konservetif” bir milliyetçilik türü olduğundan,
“kapitalizm/emperyalizm”
gibi günümüz koşullarında kulağa hoş gelen terim ve tarifleri de
hikayedir,
yani günümüz gerçekleriyle alakası yoktur. Günümüzde AYRINTILAR son
derece
önemli.

Sahici ve yapıcı bir milliyetçilik eleştirisi, eski ulusal-kurtuluşçu,
eski
marksist ve sosyalist ideolojilerin doğmatizminden ve ipoteğinden
arınmış
sağlam, güncel ve yaratıcı bir kapitalizm eleştirisinden yola çıkmak
zorundadır. Ve bu yeni eleştiri, toplumun, post-kapitalist toplumsal
yaşam
biçimine doğru evrilmesinin önünü açan yapıcı/barışçıl bir eleştiri
olmalıdır, radikal/nihilist olmamalıdır. Her şeyden önce insani
değerleri ve
dostluğu yükseltmeli, ortak akıl üretmek için gerekli hoşgörü ve
karşılıklı
güveni kendi içinden başlayarak kurmalıdır. Öyle ya da böyle
kapitalizm,
dünyanın tek ekonomik sistemi olmayacak, yakında önemli bir revizyon
geçirecektir. Buna paralel olarak, kapitalistleşme öncesinin homojen
olmayan
toplumlarına benzer bir dönem başlayacaktır. (Bu dönemin sosyo-ekonomik
yapısı, başka bir yazının konusu) Ama ekonominin, eski “modern
devrimciler”in lümpenburjuva “hadi hemen yapalım!” modeliyle değil de,
devletlerin/halkların bizzat ikna olmasıyla, kendi dinamikleri ile,
kademeli
olarak dönüş(türül)mesi, en doğru tutum olacaktır. Bu süreçte siyasi
bazda
en büyük sorun, makro/mikro milliyetçilik sorunu olacaktır, çünkü
kitleler,
‘aidiyet’ (kimlik!) bakımından kendilerini -okulda öğrendikleri-
homojen
“hakim ulus/millet” tanımı üzerinden tarif etmeye devam etmektedirler
ve
kapitalizm öncesi ekonomilerin farklı kültürlerin yanyana/içiçe
yaşamasına
izin veren, (hatta özendiren) geleneğinden tamamen kopmuşlardır (ama bu
konuda örneğin homojen Avrupa ülkelerinden çok daha avantajlı
konumdadırlar).


Bütün bu nedenlerden dolayı makro/mikro milliyetçiliğe karşı son derece
dikkatli ve anlayışlı davranmakla birlikte onu aşacak istikamette
ilerlemeye
ve neyin ne olduğunu halka anlatmaya aynen devam etmek zorundayız.
Gelecek
konusunda umutlu olmak için bin tane neden vardır. Herşeyden önce halk,
‘entel’ diyerek dalgasını geçtiği “modern aydın” sürüsünden çok daha
sağduyulu, pratik zekalı ve yaratıcıdır. (Aydın: Son yüz yılda tamamen
kuruyup sertleşmiş aynı betonarme aydınlanmacı/rasyonel düşünce
kalıplarının
kombinasyonunu “düşünce” sanan, üniversiteden seri üretim, eli/ağzı laf
yapan “modern birey”)


Halk, gelecek perspektifi olmayan sisteminin ağır kara kasvet
havasından ve
bu havayı ortadan kaldırmak konusunda hiçbir fikri olmadığı gibi,
durumu
açıklamakta bile aciz kalan kibirli aydın ve politikacı milletinden
bıkmıştır, onları ciddiye almamaktadır. Şimdi mesele, bir taraftan
karanlığın nasıl aydınlanmaya başladığını göstermek, halka umut
vermektir.
Diğer taraftan da, kapitalizmin etnik/mezhepsel/sol/sağ ayrımcılığının
ötesinde işleyen yeni bir siyasi yaklaşımla, toplumsal mutabakatla
(mümkün)
kurumsal değişimlere hazırlanmaktır. Böylece bu kez dünyadaki köklü
değişim
konusunda sona ve de dona kalınmayacaktır.


Milliyetçiliğin her türünün bu istikamette değişmesine ve ortak
paydaların
hızla güçlendirilmesine yardımcı olmak için, dikkatli, saygılı, sabırlı
ama
kararlı ve yapıcı bir tutum gerekiyor.


Mala/mülke, paraya/pula, iklimlerin bozulmasından sorumlu ruhsuz
bilime,
onların maddeden ibaret soğuk dünyasına inananların ve
kapitalist/hedonist
yaşam biçimini “yüksek uygarlık” sananların, yeraltı/yerüstü/insan
kaynaklarını talan etmeyi, doğayı yok etmeyi, iklimleri bozmayı
“ekonomi” ve
“uygarlığın bedeli” sananların damına yakında fena halde kar
yağacaktır.
Aman dikkat!..


salihselcuk@hotmail.com
Kullanıcı avatarı
İlkay Durgun
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 280
Kayıt: Pzr Kas 06, 2005 9:27 pm

Mesajgönderen Serkan Birinci » Sal Şub 13, 2007 8:30 pm

ALINTIDIR, GÖRÜŞLERİMİ YANSITMAZ

Milliyetçiliği eleştirmenin dayanılmaz hafifliği..
Serkan Birinci
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 260
Kayıt: Cum Eyl 16, 2005 7:18 am
Konum: Ankara

Mesajgönderen İlkay Durgun » Çrş Şub 14, 2007 12:55 pm

Eleştiriden tiksinen bir yaklaşım sergilemek ne derece doğru bilmem.Bildiğim;eleştirinin en hafif faydası dışarıdan nasıl göründüğümüz hakkında fikir veriyor olmasıdır.Ki buradaki eleştiriler bir fikirsel bütünlük içinde ifade edilen ve bu ülkeyi sizin okumalarınız dışında okuyanlar tarafından yapılıyor.Bu ülke için doğru soluları sormak ve bunun cevaplarını aramak gerekir.Yoksa bu ülkeye nasıl bir katkımız olurki.Hepimiz aynı düşünürsek yanlışlığımızı bize kim söyler.

Basit bir fizik kuralıdır;Hareket zıt kuvvetle mümkündür.Eğer zıt kuvvet yoksa,hareket olur ama o hareket dağılmaya gider.Nereye gideceği belli olmaz.yani yareketi belli bir yere götüren o harekete etki eden zıt kuvvetle mümkündür...

İnşallah anlatabiliyorum....


selam ve sevgiler
Kullanıcı avatarı
İlkay Durgun
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 280
Kayıt: Pzr Kas 06, 2005 9:27 pm

Mesajgönderen Serkan Birinci » Çrş Şub 14, 2007 6:28 pm

ESAS MESELE NEDİR?

Milliyetçilik bir değer mi değil mi? tartışmaları ile başlayan sonrasında bu düşünce/ideolojinin faydalı mı zararlı mı olduğu tartışmaları ile gündemdeki yerini koruyan ve kişisel anlamda bir anlamda "savunma" pozisyonunda olduğum tartışmalara katkı sağlayan arkadaşlara teşekkür ediyorum.

bu düşüncenin bir değer olduğu ve mutlak manada millet olarak bu değere sıkı sıkıya sarılmamız gerektiğine inanmaktayım. yine de dink cinayeti sanığı ve benzer örneklemeler hususunda da bir özeleştiri yapmanın vaktinin de geldiği kanaatindeyim.

Türkiye'nin demografik yapısı değerlendirildiğinde genç nüfus yoğunluklu bir ülke olduğu malumlarıdır. AB sürecinde birliğin "hazmetme kapasitesi" olarak nitelendirdiği unsurlardan birisi de bu demografik özelliğimizdir.

tartışmaların ısrarla merkezinde tutulan ve Dink cinayeti sanığı üzerinden "işte milliyetçiler" bunlar çirkinliğine kadar vardırılan LİNÇ girişiminde yapılan değerlendirme ve eleştirilerden bir sonucun da çıkarılması gerektiğini düşündüm ve bunu paylaşmak istedim.

sayısısal varlığı bile avrupayı korkutan gençliğin ! ve bizim konumuz olması nedeniyle özellikle milliyetçi gençliğin bu gün en önemli sorunu vizyon ve hedef eksikliğidir.

kinetik bir enerji grubu olması nedeniyle istismara da açık bu kesimin bir hedefinin olmayışı, yada bu enerjiye doğru deşarj merkezi sağlanamamasıdır bence sorun.

Türk milliyetçileri özelinde yakın tarihteki Kızıl Elma, Turan hedefinin bu gün perestroyka sonrası dağılan s.s.c.b ile ortaya çıkan türk cumhuriyetlerine dönük bir eyleme (ulusal politika vizyonuna) dönüştürülemeyişinin yansımalarıdır SAMAST'lar.

esasında samast'ın hangi düşünce akımlarından etkilenerek hangi güçler tarafından bu eylemi gerçekleştirdiği bilinmezliğini ! korumaktadır ve benim SAMAST kinayem hedefsiz bir türk milliyetçiliği kavramına eşdeğerdir.

işte bu nedenle bu enerjinin deli bir çağlayan olmak yerine yatağı milli çıkarlarımız ve ezilen mazlum toplumlara geçmişte olduğu gibi bu gün de örnek olabilecek olan bir kanalda akıtılmasıdır mesele.

tabidir ki,doğru hedef gösterilerek sağlanacak bu dönüşüm işsizlik, kültür emparyalizmi, sosyal ve ahlaki yozlama gibi bir çok toplumsal meselenin de merhemi olacaktır.

hiç ağızlardan düşmeyen "batı" kavramının 2. dünya savaşı sonrası geldiği yerin izahı da budur. ancak o "batı" kapitalizm ve tarihsel mirasında var olan sömürgeleri ve sömürgeciliği ile bu gün "batı"dır.

ülkesini sevmek ve dünya medeniyetleri arasındaki saygın yerine otutmak vizyon ve hedefinde olacak bir milliyetçilik anlayışının (sömürgeci, kapitalist değil mazlumdan yana tavır gösteren ve manevi değerler ile beslenen bir anlayıştan söz ediyorum) yatağında delice akan bir nehir olması emperyalist dünyanın algılamasında "GÜRÜL GÜRÜL AKAN BİR ŞELALE OLACAKTIR"

HELE Bİ GELSİNLER GÜNLERİNİ GÖRÜRLER anlayışının yerine etkinliği ve CAYDIRICILIĞI olan bir ülke olmanın formülü anlatmaya çalıştığım merkezde bir MİLLİ HAREKETTİR.

umarım bu satırlar siyasi bir algılamadan uzak olarak okunabilir.

saygı ve muhabbetle
Serkan Birinci
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 260
Kayıt: Cum Eyl 16, 2005 7:18 am
Konum: Ankara

mıllıyetcılık

Mesajgönderen Sercan Deliömeroğlu » Pzt Şub 19, 2007 12:04 pm

mıllıyetcılık bumu bılmem ama bence geregınde canını ortaya koymakdır vatanın ıcın sımdı bu kalmadı herkes mıllıyetcıyım dıyerek un yapıyo bende ulkucu oldugum ıcın bu konu benım ıcın onemlı
Sercan Deliömeroğlu
Sitenin Sahipleri
Sitenin Sahipleri
 
Mesajlar: 22
Kayıt: Sal Eyl 12, 2006 3:45 pm
Konum: TRABZON


Dön DÜŞÜNCE PLATFORMU

Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir