
Daha ilkokul yıllarımdı. Yaz tatillerimi geçirdiğim yaylamızda kapıldım ben bu hastalığa. Rüzgarı, sisi, yağmuru, doluyu, karı ve güneşi aynı gün içinde peşpeşe yaşama şansını bulduğum yaylamızda. Bu konuda tek rakibim çobanlardı ve hayrandım onların hava tahminlerine. Ama benim bu işi öğrenmeye çalışmakta ki tek derdim, akşam evlere dağılmadan önce ertesi günkü oyun planımızı hava şartlarını hesaba katarak doğru yapmaktı. Ağır yayla yorganlarımızın altında, yarının güzel hayali ile uykuya dalabilmek için. Mutsuz olmak için binbir sebep bulabildiğimiz şu kısacık ömrümüzde, gündüzlerim ne kadar kötü geçse de, gece yatağa yarının güzel hayalleriyle yatıp hemencecik uykuya dalmak o yıllardan kar kalmıştır bana.

Hava durumunu o kadar yakın takip ederdim ki; kuzeydeki “komarluk” dağının “çumavank yaylası” tarafına doğru inen yamacının en alçak noktasından gelen bir bulutun renginden, kalınlığından ve geliş hızından, yaylamıza inip sise mi dönüşeceğini, yoksa yukarıdan geçip yağmur mu bırakacağını veya o tepeden bize doğru gelmek için çırpınıp duracağını ama bir türlü bunu beceremeyeceğini bütün çobanlar gibi tahmin edebilirdim. Ayrıca her gün sisin gelişinin ne kadar rötar ettiğini hesaplayarak , ertesi gün sisin yaylaya ne zaman ineceğini, yaklaşık kaç gün sonra sisin gelme saatlerinin akşamdan sonraki vakitlere kayacağını ve dolayısıyla tüm gündüzü dışarıda oynayarak geçirebileceğimiz günlere kaç gün kaldığını genelde öngörebilirdim. Veya “çuhuyurdi kıranı” ve “ boğaz” yönünden gelen “kıble” denen rüzgarın özelliklerinden, ardından iri damlalı, gök gürlemeli bir yağmuru mu, yoksa “halaz” dediğimiz anagalarımızda ve dedegalarımızda öğle vakti peke üstünde uyku ilacı etkisi yapan doluyu mu, yoksa kuzey tepelerindeki sis bulutlarının yaylamıza doğru ilerleyişine karşı koyup, onları geldikleri yere geri püskürtüp, havanın iyice açılmasını mı sağlayacağını da öngörebilirdim.

Doğa ile bu kadar içli dışlı bir yaşama daha çocukluktan alışıp bağımlısı olan birinin dışarıda havanın nasıl olduğunu öğrenmek için akşam dörtte vardiya değişimine gelecek olanları beklemesi ve onlardan öğrenmesi ne demektir, bunu tahmin eder misiniz ?
Sabah sekizde geldiğim ve otuziki saat çalışıp yarın akşama çıkacağım, ikinci bodrum katta ki, günyüzü görmez, penceresiz işyerimde mesai saati yeni dolmuştu. 16-24 vardiyasında çalışacaklar gelmeye başlamıştı. Nöbetime daha şimdiden yorgun, uykusuz ve mutsuz bir şekilde başlamıştım. Ama, 16-24 e gelen arkadaşlardan birinden dışarıda şiddetli bir şekilde kar yağmakta olduğunu duyunca, bir anda tüm yorgunluğumu unutup, bir an evvel kendimi ameliyathaneden dışarı nasıl atarım planını yapmaya durdum. Üst katlarda ki servislerden birinden konsültasyona çağırmışlardı zaten, fırsat bu fırsat hastanenin en hızlı konsultasyonunu gerçekleştirmek üzere fırladım ameliyathaneden dışarı. Bodrum katları geçtikten sonra dışarıda nasıl bir fırtınanın olduğunu asansörün içinden bile duyulabilen uğultusundan anladım. Her zaman çok yavaş açıldıklarını düşündüğüm otomatik asansör kapıları bu sefer, “bende bu heves varken şimdi kapıda açılmaz” diye düşündürtecek kadar geç açıldı ve soluğu camın önünde aldım. Pencerenin dış pervazında bayağı bir kar birikmişti ayrıca camın üzerinde dışarıyı görmeyi engelleyecek derecede sık, cama yapışıp donmuş kar ve buz tanecikleri vardı. Gerçekten dışarıdaki kar fırtınası, insana doğa karşısında ki zayıflığını hissettirip ürkütecek kadar güçlüydü.

Her türlü iklim şartını sevmekle beraber kar yağışını seyretmenin zevkini hiçbir şeye değişmem. Hatta o kadar yakından ve heyecanla takip ederim ki; kar yağışının yoğunluğu arttıkça bir o kadar daha sevinir, azaldıkça da tersine üzülürüm. Hani insan mutluluğun, sevincin doruğundayken arada bir “yav başımıza bişey mi gelecek, bu böyle gitmez, sonu hayrola” diye düşünür ya… anlık bile olsa bazen onu bile hissedecek kadar sevinirim. Camdan dışarısı çok iyi seçilmese de yanan sokak lambalarının altındaki karın hiçbir canlı tarafından çiğnenmemiş olduğunu, görünürde de kimselerin olmadığını görmeme çok sevindim. İnsanların oturdukları odalar ne kadar küçük olursa, o kadar birbirine yakın ve samimi olurlar ve o kadar çok şey paylaşırlar derler. Bence insanları birbirine yaklaştıran, daha doğrusu onları evlerine ve sonuçta odalarına sokup samimileştiren en önemli şeylerden biride soğuk ve kardır. İşte bu yüzden karın çiğnenmemiş olması beni çok mutlu eder, bu demektir ki; insanlar sevdikleriyle bir aradadır. Hatta kim bilir kaç kişi, sevmesine bile gerek yok, diğer zamanlarda tanışıp konuşmayı merak bile etmeyeceği insanlarla, kar sayesinde camları buz tutmuş bir çay ocağında bir arada oturup, soğuğa inat sıcak çaylarını yudumlarken , en olmadık sohbetlere dalmış olurlar düşünsenize. İşte bu yüzden yağışın duracağını, gökyüzünün tamamen açılıp güneşin doğacağını ve karların çiğneneceğini düşünmek bile istemem. Her halde güneşin üzerine doğmasını tek istemediğim şeydir kar.

Ama şu anda dışarıda bir Allahın kulu yok ve karlar hiç çiğnenmemişte, bunun tadını çıkarmalıydım. Camın arkasından tüm bunları düşünürken, dışarıyı daha net görmek ve solumak için pencereyi açmak istedim. Pencereyi rüzgara karşı zorbela açmamla beraber ince ve sert kar tanecikleri yüzüme tokat gibi indi. İnatla pencereyi açık tuttukça yüzüm üşüdü ama içim yıllar öncesinin sıcak anılarıyla ısınmaya başladı.
On yaşlarında vardım veya yoktum. 80 ‘li yılların başlarıydı, ne olduğunu o yaşlarda merak etmeye başladığım soğuk savaşın sürdüğü yıllarda soğukla barış içinde olan orta sınıf bir aileydik. Öğretmenlerimizin yeni sezon başlarında “ hadi bakalım çocuklar, yaz tatilinizde ailenizle beraber neler yaptınız, yazın bakalım” diyerek başlattığı kompozisyon derslerine, kendi adıma, her yıl değişen , yurdun dört bir köşesinden yaylaya gelen çocuklardan öğrendiğim yeni oyunları yazıp, ailem adına da her yıl aynı şekilde “ annemle babam köyde önce odun yaptı, sonrada fındığı topladı “ cümlesiyle bitirdiğim yıllardı. Ülkeler soğuk savaş yapadursun eğer şimdi o ayaz geceleri bugün sımsıcak anabiliyorsam, bu annem ve babamın bizler için sürdürdüğü yaşam savaşlarının sonucudur. Soğukla barış içindeydik, çünkü üç balkonumuzda, her yıl babamın “dört tondur bu ”, annemin ise “ herif ya konuşma ikibuçuk ton çıkarsa eyi” dediği , ellerinde binlerce parçaya bölünmüş odunlarla doluydu.
Yine bir kış günüydü ve sabah sürpriz bir şekilde yarım metre yüksekliğinde karla beraber uyandırmıştı babam bizi. Bizim sevineceğimizi bildiğinden miydi yoksa kendisi de şu an benim gibi kar yağışından çok mu mutlu olurdu bilmem ama sonuçta benim yaşadığım şey hediye alma, onun ki de verme duygusundan başka bir şey değildi hatırladığım. Her zaman ki gibi bizi kaldırmadan önce mutfaktaki sobayı yakmış ve lacivert emaye çaydanlıklarda çayı demlemişti. Annem sofrayı hazırlayana kadar o da fırına sıcak ekmek almaya giderdi. Ama dışarıda ki, üzerinde henüz hiç kimsenin yürümediği karı görünce fırından ekmek almaya bugün de ben gideyim dedim ve sıcak evimizden çıktım.

Karı yara yara fırına doğru giderken insanın sığınacak sıcak bir evinin olmasının ne kadar güzel bişey olduğunu düşünüyordum sadece. Camları, içerisinin sıcağından buğulanmış fırının önüne geldiğimde içerdekilerin kahkahalarla karışık bağırışları dışarı geliyordu. İçeriye girince üç tane genç işçiyle karşılaştım. Biri asma kattan aşağıya hamur gönderiyordu, diğer ikisinden biri şekil verdiği hamurları fırına sürecek olan diğerine gönderiyordu. Üçü de sabahın bu vaktinde inanılmaz derecede dinç ve neşeliydi ve içlerinden ikisinin üzerinde, dışarıdaki ayazla dalga geçercesine sadece atlet vardı.

Fırından yeni çıktığı için hamurlaşır diye poşete koymadıkları “ikilik yuvarlak” ekmeği gazeteye sarıp elime verdiler. Üzerine sürdükleri yumurta sarısı dahi henüz tam kurumamıştı ki, elini dokundurduğun anda yapışacak gibi bir his veriyordu. O vaziyette ekmeği parmak uçlarımda ata tuta tekrar yola girdim. Bir müddet sonra ekmeğin soğuduğunu düşünüp montumun içine koyayım da karnım ısınsın diye düşündüm ama tam soğumamıştı. Bu seferde montumun ön kısmını bir gerip bir bırakarak eve kadar ulaştım. Eve vardığımda kahvaltı sofrası kurulmuştu ama babam kahvaltısını yapmadan, bir yanında çayı, tülünü kenara çektiği pencereden dışarı bakarken, sigarasını tüttürüp türkü söylüyordu. Ve hiç unutmam, söylediği; “ince ince bir kar yağar/ fakirlerin üstüne / neden felek inanmıyor….” diye giden türküydü.

Fırına doğru giderken, insanın böyle soğuk havalarda, sığınacak sıcak bir evinin olmasının ne kadar güzel bişey olduğunu düşünüyordum sadece demiştim. Fırından döndükten sonraysa daha başka şeylerde düşünür olmuştum. Çünkü sabahın karında ayazında üşütmeyen iki şey daha varmış: biri ekmek, biri iş. O soğuk sabahtan öğrendiklerim beynim de , babamın türküsü ise kalbimde her zaman sıcaklığını korudu, hele böyle kar boran havalarda iyice harlandı.
Şimdi hastanenin yedinci katındaki pencereden dışarıya bakarken anlıyorum babamın neden o sabah, kahvaltısını yapmadan , mutfağın penceresi önünde sigarasını yakıp o türküyü dediğini. O yüzden, kimse evsiz , işsiz ve ekmeksiz kalmasın istiyorum , bir kişi bile üşüyecekse hep beraber çıkalım ayaza, işte o zaman buzlar erir, mevsim dönüşür yaza.

Ve her şeyden önemlisi de sağlık olduğundan, şimdi daha da çok seviniyorum hastanenin önündeki karların ezilmemesine….

NOT: panoromik olan fotoğraflar www.nuribilgeceylan.com dan alınmıştır.