SİYASAL İSLAM VE CUMHURİYET

Türkiye epeydir "kendini konuşamama" ve bundan dolayı da sürekli olarak "kendinden kaçma" hastalığına yakalanmış bulunuyor.
Kendi toprağımızı, tarihimizi, coğrafyamızı, uygarlığımızı, İslamiyeti, Osmanlı'yı, saltanatı, hilafeti, cumhuriyeti, Atatürk'ü, laikliği vs. sanıldığının aksine konuşamıyoruz.
Çünkü bu kelime ve kavramlar etrafında dokunanı yakan tuhaf bir "fetişizm" oluşmuş durumda. Ne yazık ki bunların hepsi "kendisi" olmaktan çıkarılmış "başka bir şey" haline gelmiştir daha doğrusu getirilmiştir.
Ancak Türkiye'de bunca gürültü arasından sesleri solukları duyulmuyor da olsa hala aidiyet ve haysiyet sahibi organik aydınlar, bu toprakların makus talihini yenmeye çalışan, bir taraftan onur ve celadet, diğer taraftar melal ve hüzün sahibi yürekler bulunduğunu varsayarak biz yazmaya ve konuşmaya devam edeceğiz.
Zira yazının girişinde sıraladığımız kelime ve kavramlar, bunları kendi tapulu malları sananlara bırakılmayacak kadar önemlidir.
TARİHİ MİRAS VE MANZARA
Öteden beri Türkiye'de Osmanlıyı savunmak zorunlu olarak saltanatçı ve hilafetçi, cumhuriyeti savunmak da zorunlu olarak Atatürkçü ve laikçi olmayı gerektirirmiş gibi yaygın önyargılar sürüp gidiyor. Hem dini hem de laikçi kesimlerde izleri görülen "kafa konforu rahat" bu önyargıların "yapı bozumuna" uğratılması gerekmektedir.
Türkiye'de dini çevreler öteden beri saltanatçı ve hilafetçi olarak yaftalanırlar. Halen bu yaygın önyargı devam edip gitmektedir. Eskiyi tasfiyeye yönelen devrimlerin mantığı açısından bakılınca bunun anlaşılabilir bir yanı olduğu da söylenebilir. Ancak bu ila niyahe bir devlet tutumu hatta rejimin temel niteliği haline gelmeli mi? Resmi söylemin neden hep bu argümanı özellikle ön plana çıkardıklarını anlamak bu açıdan zor olmasa gerektir.
Bu argümana göre "Dinciler saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulmasını bir türlü içlerine sindirememiş olup buldukları ilk fırsatta tekrar saltanatı geri getirerek cumhuriyeti yıkacaklardır. Bu nedenle zinde güçler bu gerici akımlara karşı daima uyanık olmalı ve elini tetikten çekmemelidir. Bir anlık gaflet bile cumhuriyetin yıkılmasına ve Türkiye'nin tekrar ortaçağ karanlığına dönmesine neden olabilir..."
Bu resmi argüman ilkokuldan üniversiteye kadar tüm eğitim ve öğretim kurumlarında senelerdir tekrar ediliyor.
Öte yandan Türkiye'de İslam'ın siyasi yorumunu saltanat ve hilafetle özdeşleştiren, İslam'ın "Bizantist" Osmanlı siyasi yorumunu yegane yorum sanan ve İslam'ın tarihsel yürüyüşünü Osmanlı'da donduran anlayışlar da bulunmuyor değil. Ancak ben bunların "Şeytan taşlamaktan abdest almaya bir türlü sıra gelmemesi" yüzünden yani dini çevrelerin yenilenme sürecini bir türlü kendi kendilerine yaşayamamasından kaynaklandığını ve bir tehdit oluşturacak düzeyde olmadığı düşüncesindeyim. Kendi hallerine bırakılsalar ve yenilenme bizzat ve kendi iç dinamikleri ile "dini çevrelerden" başlasa gelecekleri noktayı çok iyi tahmin ediyorum. Nitekim birazdan gelecektir.
Esas itibariyle Türkiye'de cumhuriyet projesi İslam'dan çıkarılan bir "dahili damar" üzerine bina edilmiştir. En azından cumhuriyet fikri, dinin "resmi düzeyde" geçer akçe olduğu Osmanlı toplumunda bu dahili damardan meşruiyet almak zorundaydı. Bu anlamıyla cumhuriyeti kuran iradenin esas itibariyle "dini" bir irade olduğunu söylemek mümkündür. Aksi halde bu coğrafyada cumhuriyet fikrinin yeşermesi mümkün değildi. Esas itibariyle cumhuriyet bu birikim üzerine ve bu birikimden meşruiyet alarak kurulmuştur. Ancak bu durum yeterince takdir edilmemekte, hatta tam tersi bir konumda gösterilmektedir.
Sanıldığının aksine bu dahili damar batıda ortaya çıkan kavram ve kurumlara İslam'dan bir delil bulma çabası olarak da ortaya çıkmış değildir. Bu noktada İslam siyasi düşüncesinde bir paradigma değişikliğinden bahsetmek mümkündür. Ancak bu "olmaması gerekene" doğru değil "olması gerekene" doğru olumlu ve gerekli bir paradigma değişikliğidir.
Paradigma esas itibariyle Emevi döneminde "olumsuz" yöne doğru zaten değişmişti. Cumhuriyet fikri işte bu 1350 yıldır gecikmiş paradigma değişikliğinin mantıki sonuçlarına dek götürülmesinden başka bir şey değildir. Bunun kökenini Fransız Devrimi'ne bağlamak topu taca atmak olacaktır.
İslam siyasi düşünce tarihinde Muaviye ile başlayıp Vahiduddin ile biten tarihsel zaman "tek bir blok" olup tümüyle sultanların tarihidir. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı sultanları bu tarihsel zamanın aktörleri olup, siyasi düşünce tarihimiz boyunca bunlara karşı çıkan ve "meşvereti" savunan akımlar daima olagelmiştir. Askeri tarım imparatorluğu çağlarının yönetim biçimi olan saltanatçılık esas itibariyle Sasani ve Roma kökenlidir. İslam siyasi düşüncesinin "meşveret" paradigması, Muaviye'den itibaren bunların nüfuzuna engel olamamış, hatta bunlara yenilmiştir. Adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat gibi muazzam "siyasal İslam" değerlerinin içi, Sasani ve Roma'nın monarşik/oligarşik kurumlarıyla doldurulmuştur. Osmanlı saltanatı bu doldurmanın en son ve mükerrer örneğinden başka bir şey değildir.
Bu nedenle kendi zamanının daru's-selamı olan Osmanlıyı savunmakla, onun yönetim biçimi olan saltanatı savunmak aynı şey değildir. Osmanlı'yı savunacağız derken saltanatı (hilafeti) de savunmak zorunda değiliz. Nitekim cumhuriyet yanlısı son dönem Osmanlı dini düşünürleri saltanata karşı çıkıyorlar ve fakat Osmanlı olmaktan da gurur duyuyorlardı.
Demek ki cumhuriyete zaten geçilecekti. Bunun Fransız devriminden etkilenmekle, işgalci dayatmasıyla veya içimizden bir "dâhinin" çıkışıyla fazlaca ilgisi yoktur. Çünkü İslam siyasi tarihinin akışı zaten bu yöndeydi. Yaşanmışlıklar ve geçikmişlikler içten kendini dayatıyordu, bunun önünde durulamazdı. Bu bir dıştan dayatma veya deha işi değil eğer kendi haline bırakılsa zaten gelinecek yerdi.
Ancak ne talihsiz ve bedbaht bir durumdur ki olan biten her şey bir yıkıntının ve çöküşün ardından gerçekleştiği için bir taraftan dışarıyla irtibatlandırılıp her "yenilik" gavurluk sanıldı diğer taraftan her "eski" de yakılıp yıkılması gereken köhne tarih oluverdi.
Oysa eğer İslam'ın doğduğu coğrafya Sasani ve Roma'nın binlerce yıldır sindiği, şekillendirdiği, nüfuz ettiği bir coğrafya olmasaydı, örneğin, zaten saltanat onlardan ithal edilmemiş, üzerine halife libası geçirilmemiş, kölelik kaldırılmış, cumhuriyete de geçilmiş olacaktı. Sasani ve Roma siyasi mirasının İslam'ın reform çağını dumura uğrattığı apaçık ortadadır. Bize kendimizi yaşatmadılar, kendi yatağımızda akmamıza mani oldular. Şimdi de aynı şeyi yapıyorlar. Yine kendimizi yaşayamıyoruz. İç dinamiklerimizin deviniminden bir yenilik fışkırtıp çıkaramıyoruz. Bunun için "kendimizi konuşmak" ve konuştuğumuzu "kendimiz yaşamak" her şeyin başıdır…
SİYASAL İSLAM NEDİR
Öncelikle konuşmaya tıkanılan noktalarda yapı bozumu ve yeniden inşaya girişilerek başlanması gerekmektedir. Bu noktada konuşacağımız en önemli iki kavram "siyasal İslam" ve "cumhuriyet"tir.
Siyasal İslam kavramı ile laikliği tehdit eden "dine dayalı", "şeriat özlemcisi", "saltanatı ve hilafeti geri getirme yanlısı" kişi ve guruplar kastedilmektedir.
Peki, siyasal İslam denince neden bunlar akla geliyor? Bunlar ne derecede ilmi, tarihi ve dini gerçeklere uygundur?
Siyasal İslam anlayışı adı üzerinde "siyasallık" durumuna ilişkin "İslam'ın" ne dediğini, bu konuda İslam'ın bir görüşünün olup olmadığını varsa bunların nelerden ibaret olduğuna çok iyi bilmek demektir.
Yani siyasallık durumu dediğimiz yöneten-yönetilen ilişkisine dair İslam'da bir hüküm, değer, kural var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? İşte siyasal İslam bunun ortaya konması ve savunulmasıdır.
Öyle görünüyor ki siyasal İslam değerleri sanıldığının aksine bir din devleti öngörmüyor. Bugün anlaşıldığı şekliyle bir laik devlet de öngörmüyor. Bilakis bizim "Adalet devleti; ortak iyinin iktidarı" şeklinde, değerli araştırmacı Uygar Aktan'ın "laruhbani cumhuriyet" şeklinde kavramsallaştırdığı bir yaklaşım öngördüğünü söyleyebiliriz. Birazdan geleceği gibi bunlar farklı şeylerdir. Yoksa din adamlarının yönetimi sırf din adamı olmalarından kaynaklanan imtiyazla ele geçirmeleri ve başka kimseye söz hakkı tanımadan "Tanrı adına" ülkeyi yönetmeleri değildir "siyasal İslam".
Tam tersi bizzat dini "din adamları sınıfının" elinden kurtarmanın adıdır siyasal İslam. Hz. Peygamber'in daha önce hiç bir dini ayin yönetmemiş, hiç bir din fetvası vermemiş, din adamları sınıfı içinde hiç bir kariyeri olmayan bir "öksüz" olması ve bu yönüyle de örneğin bölgenin keşiş ve rahibi Ebu Amir gibilerince eleştirilmesi bir fikir verebilir.
Dahası Kur'an'ın din adamlarına yönelik söylemi oldukça serttir ve bütünüyle sokaktaki adamın din adamı, rahip ve tapınağa karşı öfkesini yansıtır. Bu nedenle Kur'an'ın dili bir tapınak değil hayat dilidir. Çünkü İslam tapınaklarda değil dağlarda, mağaralarda, sokaklarda doğmuş bir dindi. Esas amacı kendini dinlerden bir din olarak vazetmek değil insanlığı "dinlerin zulmünden" kurtarmaktı. Bu anlamıyla İslam dinlerden bir dinin değil esasında bir yolun adıydı; Kur'an'da geçtiği şekilde ana insanlık yolunun (hablu'n-nâs) veya insanlık vicdanının (basâiru'n-nâs) yedinci yüzyıldaki patlamasının adıydı…
Şimdi, "Siyasal İslam değerleri" derken ilhamını doğrudan doğruya Kur'an'dan alan beş esaslı kavram çerçevesinde bir nitelendirmeyi kastediyoruz.
Şöyle ki; Yeni siyasal İslam anlayışının öngördüğü şekliyle devletin birinci niteliği "adalet"dir. Adalet devletin varlık gerekçesi olup, insanlar arasında yöneten-yönetilen ilişkisi kurmanın yegane sebebidir. İnsanları yönetme iddiasında bulunmanın adaletten başka bir gerekçesi bulunmamaktadır. Hatta öyle ki İslam düşüncesinde Kadı Abdülcebbar'ın "Kitabu'l-İmamet"inde savunduğu gibi insanlar kendi aralarında adaleti sağlayabilseler devlete bile gerek yoktur. Bunun mümkün olmadığını tarih yeterince öğrettiği için devlet felsefesinin temeli adalete dayandırılmalı ve bunun için de yönetim bir adalet devleti olmalıdır. "İslam devleti, şeriat devleti veya hilafet devleti" gibi eski siyasal İslam anlayışının öngördüğü kavramsallaştırmalar bu nedenle mesnetsizdir. (Bu konuda ayrıntılı deliller ve kaynaklar için "Adalet devleti; ortak iyinin iktidarı" adlı çalışmamıza bakılabilir).
İkinci nitelik "emanet"tir. Bu kavram da devletin (bir yönetim oluşturmanın) "anlamının ne olduğunu" vermektedir. Buna göre bütün devlet makamları, rütbeleri ve şanları birer emanettir; halkın, ahalinin verdiği bir emanet. Yani bir "hibe" değildir. Allah'ın dilediği kullarına bahşettiği bir mülk değildir devlet makamları. Doğrusu İslam tarihinde Hz. Osman'ın "Ben bu hırkayı muhalefet istiyor diye çıkarmam, bunu bana Allah giydirdi" demesinden bu yana devlet makamları Allah'ın verdiği ve aldığı bir lütuf ve bağış olarak görülmüştür. Oysa bu dönemin sıcak çatışma ortamında söylenmiş bir söz olup siyasi ve hukuki sonuçları bakımından tümüyle geçersizdir. Çünkü Allah'ın iradesi bir kişide, kurumda, hanedanda, sınıfta vs. değil tümüyle ümmette, halkta, cumhurda tecelli eder. Bu ise devlet makamlarına ahalinin rızasıyla gelinip gidilmesi demektir. Aksi halde hırkayı bir giyen ölene kadar bir daha çıkarmayacak demektir. Çünkü Allah'ın alması ancak "ölümle" olur.
Üçüncü nitelik "ehliyet"tir. Bu kavram ise gerekçesi "adalet" olan, kendisine halkın "emaneti" gözüyle bakılan devlet makamlarına kimin layık olup olmadığını gösterir. Buna göre devlet makamlarına "ehliyet ve liyakat" sahibi kimseler gelmelidir. Bir makama gelmenin saf gerekçesi bundan başkası değildir. Ehliyet mesleki uzmanlık ve mesleki ahlak ilkeleri anlamına gelmektedir.Yani kişi getirildiği makamın mesleki uzmanı olmalı ve mesleki ahlak ilkelerine titizlikle uymalıdır. Partizanlık, eş dost, ahbap çavuş, yandaş, dindaş, mezhepdaş, etnik köken gibi tüm kriterler geçersizdir. Emanetler "ehline" verilmelidir, ölümsüz ilke budur.
Dördüncü nitelik "meşveret"tir. Bu nitelik de devletin "nasıl" işletileceğini göstermektir. Meşveret, sözlük anlamı itibariyle "Arının bal yapmak için çiçeklere konmasını" veya "Satıcının devesini satmak için pazara çıkarmasını" ifade eder. Bunun siyasal anlamda yorumu bir devlet işinin her biri bir çicek olan ülke insanlarına sorularak, onları işin içine katarak ve işin kamuoyuna arzedilerek yürütülmesi demek olur. Günümüz dünyasında buna cumhuriyet veya demokrasi dendiğini söylemeye bile gerek yoktur.
Beşinci nitelik "maslahat"tır. Bu da devletin "ne yapması" gerektiğini göstermektedir. Maslahat, sözlük anlamı itibariyle iyilik, güzellik, doğruluk temelinde ıslah çabaları demek olup bugün için "kamu yararı" dediğimiz şeydir. Kamu yararı herkese lazım olan can, mal, akıl, nesil, ırz, namus güvenliğinin sağlanması manasında "ortak iyinin" korunup kollanması, "bize göre iyinin" kendi özelimizde tutulması, siyasallık durumunun gerekçesi yapılmaması demektir.
Örneğin devlet başörtülünün de başıaçığın da can, mal, akıl, nesil, ırz , namus güvenliğini sağlar, neden başlarını örttüğü veya açtığı ile uğraşmaz. Müslümanın, Hrıstıyanın veya Yahudinin aynı şekilde can, mal, akıl, nesil, ırz, namus güvenliğini sağlar, neden kilisiye, camiye veya havraya gittikleri veya gitmedikleriyle, neden sarık, kipa veya haç takıp takmadıklarıyla uğraşmaz vs. örnekler uzatılabilir. Demek ki gerçek anlamıyla maslahat yani kamu yararı için çalışan devlet bu demektir.
Görüldüğü gibi "yeni siyasal İslam" anlayışı şeriat, hilafet, imam, sultan vs. kavramlarına dayanan eski siyasal İslam anlayışını yapı bozumuna uğratarak adalet, emanet, ehliyet, meşveret, maslahat gibi doğrudan siyasallık durumu ile ilgili kavramlara dayanarak yeniden inşaya girişmektedir.
Bunu yaparken vaktiyle (1922) Seyyid Bey'in hilafete karşı çıkarken yaptığı konuşmada söylediği gibi kimseye din anlayışı beğendirme gibi bir kast-ı mahsusasımız yoktur. Araştırdığımızı, bulduğumuzu, samimi olarak inandıklarımızı söylüyoruz.
CUMHURİYET NEDİR
Yapı bozumuna uğratılarak yeniden inşa idilmesi gereken ikinci kavram da cumhuriyettir. Yazının girişinde belirttiğimiz nedenlerden ötürü talihsiz bir şekilde siyasal İslam anlayışı ile cumhuriyet karşı karşıya getirilmiş bulunmaktadır. Cumhuriyetin kurucuları arasında bütün literatürde Türkiye'de İslamcılık düşüncesinin mimarlarının başında gelen bir Mehmet Akif'in bulunuyor olması bu bahtsızlığı yeteri kadar açıklıyor almalıdır.
Kesinlikle inancım odur ki cumhuriyet Türkiye tarihinde ilkini Osmanlı'nın kuruluşu sırasında gördügümüz "İkinci kurucu efsane" sayesinde kurulmuştur. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında "hoca ile paşa" yan yana, omuz omuzadır. Ancak ne var ki sonraki yıllarda bu kurucu efsane dağılmış, cumhuriyet tek yanlı bir sahiplenmenin ve kurucu iradeye katılan diğer damarların giderek kurutulduğu, dışlandığı ve "ötekileştirildiği" bir sürece dönüşmüştür. Şimdi bu "kurucu iradenin" yeniden sağlanması, Türkiye Cumhuriyetini kuran halkın bütün damarlarının bünyede akıtılması gerekmektedir.
Bu çercevede bildik (eski) cumhuriyet anlayışının da yapı bozumuna uğratılarak yeniden inşası kaçınılmaz hale gelmiş bulunuyor.
Şöyle ki; Esasında cumhuriyetin dört temel niteliği bulunmaktadır. Kurucu irade yıllarında bu böyle tezahür etmiştir. Bunun sağlanmasında başta Mustafa Kemal olmak üzere bir çok memleket evladının zihni, beyni, yüreği ve gayreti söz konusudur. Şimdi tekrar bu kök niteliklere dönmek gerekmektedir.
Bu manada cumhuriyetin birinci niteliği dönemin kelimeleriyle söylersek "Hakimiyet-i milliye"dir. Yani siyasal egemenlik herhangi bir kişiye, hanedana, sınıfa, aileye, kuruma vs. değil doğrudan doğruya millete, halka, ahaliye dayanır. Millet bu egemenliğini temsilcileri eliyle kullanır. Bu temsilcilerin toplandığı yere de TBMM denir. Diğer bütün devlet kurumları onun koordinasyonunda hatta emrinde çalışır.
İkinci nitelik "İstiklâl-i tam"dır. Yani tam bağımsızlık ilkesi geçerlidir. Değil bir impatorluğun bir uygarlığın kalıntıları arasından doğan cumhuriyet bu manada "milletimizin" yeniden şahlanışını ve Hunlar ve Moğollar gibi "Roma toprağına" gömülüp gitmeme iradesini ifade eder. "O kalkılmaz uykuya yavaşca dalarak" tarih sahnesinden çekilmeme iradesini haykırır. Bu manada kapandığı Taceddin Dergahı'nın kömürle duvarlarına "Ciğerinden kamışla kan çekerek" bu iradeyi yansıtan şair, aynı zamanda bu iradenin manifestosu olan İstiklal Marşı'nı milletin ma'şeri vicdanına emanet etmiştir. Ve ebediyen bu vicdanda yankılanacaktır.
Üçüncü nitelik "Müdafay-ı Hukuk"tur. Yani hak, hukuk ve adalete adanmış bir misyon. Bu, milletin tarihteki esas misyonunun ne olduğunu ve olması gerektiğini gösterir. Maksat kuru bir cihangirlik davası değildir. İçeride ve dışarıda aslolan hak, hukuk ve adalettir. Hakkın, hukukun ve adaletin savunulmasını, bunun için gerekirse canla başla çalışılmasını, bu tehlikeye girince meydana atılmayı, gözünü daldan budaktan sakınmamayı ifade eder. Cumhuriyetin bu niteliği ile baştan aşağı bir hak, hukuk, adalet devleti haline getirilmesi gerektiğini ifade eder. Yoksa cumhuriyet dediğiniz ha bir kuru emektir.
Dördüncü nitelik "Misak-i milli"dir. Yani millet sözleşmesi… Bununla milletten ne anlaşılması gerektiği ortaya konur. Millet sözlük anlamı itibariyle "yürümek" kökünden gelir. Bunun tarihsel, sosyo-politik anlamı milletin tarihteki ve günümüzdeki yürüyüşüne gönüllü olarak katılan herkesin bu milletten olduğudur. Demek ki "yürüyen milete" etnik köken, din, mezhep, toprak aidiyetleri ile değil misak (sözleşme, gönüllü birliktelik) ile katılınır. Millet bu manada Türk, Kürt, Çerkez, Arap vs. bir çok etnik kökenden, Müslüman, Hrıstıyan, Yahudi , Süryani, Ermeni vs. bir çok dini kökenden, Alevi, Sunni vs. bir çok mezhebi kökenden oluşan tek bir topluluktur. Ve bu topluluk diğer milletlerden tarihteki yürüyüşü ve gönüllü birlikteliği ile ayrılır. Bu yürüyüşe şu ana kadar katılan ve bundan sonra da katılacak olan herkes dünyanın neresinde olursa olsun bu millettendir. Bu yürüyüşün ne amaçla yapıldığını ise üçüncü ilke olan "Müdafay-ı hukuk" açıklar.
Bu manada milletin yeryüzünde yayıldığı coğrafya misak-ı milli metninde geçtiği gibi "Memalik-i Osmaniye ve anasır-ı İslam" unsurlarının yaşadığı her yerdir. Çünkü bizim tarihteki yürüyüşümüz buralarda olmuştur. Bizi biz yapan ontoloji ve morfoloji tarih boyunca buralarda tezahür etmiştir. Şimdi buralar her yanından alevler ve dumanlar yükselen, üzerine bombalar yağdırılan birer yıkık viraneye haline getirildi. Misak-i milliye dönmek demek bütün bu varoluş coğrafyamıza sahip çıkarak, tarihte yürüdüğümüz yerden akarak buraları evrensel adalet ve barış yurdu (Daru's-Selam) haline getirmek demektir.
İşte cumhuriyet bu dört temel niteliği ile milletin ma'şeri vicdanında ebediyete kadar yankılanacak ve sürekli kendini yenileyerek yoluna devam edecektir.
Demek ki doğrudan doğruya Kur'an'dan alarak ilhamı İslam'ın siyasallık durumuna getirdiğimiz beş nitelik ile, doğrudan doğruya kurucu efsaneden alarak ilhamı cumhuriyetin düşüncesine getirdiğimiz dört nitelik tam bir uyum içindedir.
Türkiye'de yeni bir ruh, yeni bir dalgalanma ve yeni bir fikriyat işte bu noktadan başlayacaktır. Anadolu'nun yaratıcı dehası tükenmemiştir. Geçmişin külüne değil közüne talip olmak ve sadakatini denize doğru akmasından olan ırmak gibi geleceğe doğru akmak gerekmektedir…
Kendi toprağımızı, tarihimizi, coğrafyamızı, uygarlığımızı, İslamiyeti, Osmanlı'yı, saltanatı, hilafeti, cumhuriyeti, Atatürk'ü, laikliği vs. sanıldığının aksine konuşamıyoruz.
Çünkü bu kelime ve kavramlar etrafında dokunanı yakan tuhaf bir "fetişizm" oluşmuş durumda. Ne yazık ki bunların hepsi "kendisi" olmaktan çıkarılmış "başka bir şey" haline gelmiştir daha doğrusu getirilmiştir.
Ancak Türkiye'de bunca gürültü arasından sesleri solukları duyulmuyor da olsa hala aidiyet ve haysiyet sahibi organik aydınlar, bu toprakların makus talihini yenmeye çalışan, bir taraftan onur ve celadet, diğer taraftar melal ve hüzün sahibi yürekler bulunduğunu varsayarak biz yazmaya ve konuşmaya devam edeceğiz.
Zira yazının girişinde sıraladığımız kelime ve kavramlar, bunları kendi tapulu malları sananlara bırakılmayacak kadar önemlidir.
TARİHİ MİRAS VE MANZARA
Öteden beri Türkiye'de Osmanlıyı savunmak zorunlu olarak saltanatçı ve hilafetçi, cumhuriyeti savunmak da zorunlu olarak Atatürkçü ve laikçi olmayı gerektirirmiş gibi yaygın önyargılar sürüp gidiyor. Hem dini hem de laikçi kesimlerde izleri görülen "kafa konforu rahat" bu önyargıların "yapı bozumuna" uğratılması gerekmektedir.
Türkiye'de dini çevreler öteden beri saltanatçı ve hilafetçi olarak yaftalanırlar. Halen bu yaygın önyargı devam edip gitmektedir. Eskiyi tasfiyeye yönelen devrimlerin mantığı açısından bakılınca bunun anlaşılabilir bir yanı olduğu da söylenebilir. Ancak bu ila niyahe bir devlet tutumu hatta rejimin temel niteliği haline gelmeli mi? Resmi söylemin neden hep bu argümanı özellikle ön plana çıkardıklarını anlamak bu açıdan zor olmasa gerektir.
Bu argümana göre "Dinciler saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulmasını bir türlü içlerine sindirememiş olup buldukları ilk fırsatta tekrar saltanatı geri getirerek cumhuriyeti yıkacaklardır. Bu nedenle zinde güçler bu gerici akımlara karşı daima uyanık olmalı ve elini tetikten çekmemelidir. Bir anlık gaflet bile cumhuriyetin yıkılmasına ve Türkiye'nin tekrar ortaçağ karanlığına dönmesine neden olabilir..."
Bu resmi argüman ilkokuldan üniversiteye kadar tüm eğitim ve öğretim kurumlarında senelerdir tekrar ediliyor.
Öte yandan Türkiye'de İslam'ın siyasi yorumunu saltanat ve hilafetle özdeşleştiren, İslam'ın "Bizantist" Osmanlı siyasi yorumunu yegane yorum sanan ve İslam'ın tarihsel yürüyüşünü Osmanlı'da donduran anlayışlar da bulunmuyor değil. Ancak ben bunların "Şeytan taşlamaktan abdest almaya bir türlü sıra gelmemesi" yüzünden yani dini çevrelerin yenilenme sürecini bir türlü kendi kendilerine yaşayamamasından kaynaklandığını ve bir tehdit oluşturacak düzeyde olmadığı düşüncesindeyim. Kendi hallerine bırakılsalar ve yenilenme bizzat ve kendi iç dinamikleri ile "dini çevrelerden" başlasa gelecekleri noktayı çok iyi tahmin ediyorum. Nitekim birazdan gelecektir.
Esas itibariyle Türkiye'de cumhuriyet projesi İslam'dan çıkarılan bir "dahili damar" üzerine bina edilmiştir. En azından cumhuriyet fikri, dinin "resmi düzeyde" geçer akçe olduğu Osmanlı toplumunda bu dahili damardan meşruiyet almak zorundaydı. Bu anlamıyla cumhuriyeti kuran iradenin esas itibariyle "dini" bir irade olduğunu söylemek mümkündür. Aksi halde bu coğrafyada cumhuriyet fikrinin yeşermesi mümkün değildi. Esas itibariyle cumhuriyet bu birikim üzerine ve bu birikimden meşruiyet alarak kurulmuştur. Ancak bu durum yeterince takdir edilmemekte, hatta tam tersi bir konumda gösterilmektedir.
Sanıldığının aksine bu dahili damar batıda ortaya çıkan kavram ve kurumlara İslam'dan bir delil bulma çabası olarak da ortaya çıkmış değildir. Bu noktada İslam siyasi düşüncesinde bir paradigma değişikliğinden bahsetmek mümkündür. Ancak bu "olmaması gerekene" doğru değil "olması gerekene" doğru olumlu ve gerekli bir paradigma değişikliğidir.
Paradigma esas itibariyle Emevi döneminde "olumsuz" yöne doğru zaten değişmişti. Cumhuriyet fikri işte bu 1350 yıldır gecikmiş paradigma değişikliğinin mantıki sonuçlarına dek götürülmesinden başka bir şey değildir. Bunun kökenini Fransız Devrimi'ne bağlamak topu taca atmak olacaktır.
İslam siyasi düşünce tarihinde Muaviye ile başlayıp Vahiduddin ile biten tarihsel zaman "tek bir blok" olup tümüyle sultanların tarihidir. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı sultanları bu tarihsel zamanın aktörleri olup, siyasi düşünce tarihimiz boyunca bunlara karşı çıkan ve "meşvereti" savunan akımlar daima olagelmiştir. Askeri tarım imparatorluğu çağlarının yönetim biçimi olan saltanatçılık esas itibariyle Sasani ve Roma kökenlidir. İslam siyasi düşüncesinin "meşveret" paradigması, Muaviye'den itibaren bunların nüfuzuna engel olamamış, hatta bunlara yenilmiştir. Adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat gibi muazzam "siyasal İslam" değerlerinin içi, Sasani ve Roma'nın monarşik/oligarşik kurumlarıyla doldurulmuştur. Osmanlı saltanatı bu doldurmanın en son ve mükerrer örneğinden başka bir şey değildir.
Bu nedenle kendi zamanının daru's-selamı olan Osmanlıyı savunmakla, onun yönetim biçimi olan saltanatı savunmak aynı şey değildir. Osmanlı'yı savunacağız derken saltanatı (hilafeti) de savunmak zorunda değiliz. Nitekim cumhuriyet yanlısı son dönem Osmanlı dini düşünürleri saltanata karşı çıkıyorlar ve fakat Osmanlı olmaktan da gurur duyuyorlardı.
Demek ki cumhuriyete zaten geçilecekti. Bunun Fransız devriminden etkilenmekle, işgalci dayatmasıyla veya içimizden bir "dâhinin" çıkışıyla fazlaca ilgisi yoktur. Çünkü İslam siyasi tarihinin akışı zaten bu yöndeydi. Yaşanmışlıklar ve geçikmişlikler içten kendini dayatıyordu, bunun önünde durulamazdı. Bu bir dıştan dayatma veya deha işi değil eğer kendi haline bırakılsa zaten gelinecek yerdi.
Ancak ne talihsiz ve bedbaht bir durumdur ki olan biten her şey bir yıkıntının ve çöküşün ardından gerçekleştiği için bir taraftan dışarıyla irtibatlandırılıp her "yenilik" gavurluk sanıldı diğer taraftan her "eski" de yakılıp yıkılması gereken köhne tarih oluverdi.
Oysa eğer İslam'ın doğduğu coğrafya Sasani ve Roma'nın binlerce yıldır sindiği, şekillendirdiği, nüfuz ettiği bir coğrafya olmasaydı, örneğin, zaten saltanat onlardan ithal edilmemiş, üzerine halife libası geçirilmemiş, kölelik kaldırılmış, cumhuriyete de geçilmiş olacaktı. Sasani ve Roma siyasi mirasının İslam'ın reform çağını dumura uğrattığı apaçık ortadadır. Bize kendimizi yaşatmadılar, kendi yatağımızda akmamıza mani oldular. Şimdi de aynı şeyi yapıyorlar. Yine kendimizi yaşayamıyoruz. İç dinamiklerimizin deviniminden bir yenilik fışkırtıp çıkaramıyoruz. Bunun için "kendimizi konuşmak" ve konuştuğumuzu "kendimiz yaşamak" her şeyin başıdır…
SİYASAL İSLAM NEDİR
Öncelikle konuşmaya tıkanılan noktalarda yapı bozumu ve yeniden inşaya girişilerek başlanması gerekmektedir. Bu noktada konuşacağımız en önemli iki kavram "siyasal İslam" ve "cumhuriyet"tir.
Siyasal İslam kavramı ile laikliği tehdit eden "dine dayalı", "şeriat özlemcisi", "saltanatı ve hilafeti geri getirme yanlısı" kişi ve guruplar kastedilmektedir.
Peki, siyasal İslam denince neden bunlar akla geliyor? Bunlar ne derecede ilmi, tarihi ve dini gerçeklere uygundur?
Siyasal İslam anlayışı adı üzerinde "siyasallık" durumuna ilişkin "İslam'ın" ne dediğini, bu konuda İslam'ın bir görüşünün olup olmadığını varsa bunların nelerden ibaret olduğuna çok iyi bilmek demektir.
Yani siyasallık durumu dediğimiz yöneten-yönetilen ilişkisine dair İslam'da bir hüküm, değer, kural var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? İşte siyasal İslam bunun ortaya konması ve savunulmasıdır.
Öyle görünüyor ki siyasal İslam değerleri sanıldığının aksine bir din devleti öngörmüyor. Bugün anlaşıldığı şekliyle bir laik devlet de öngörmüyor. Bilakis bizim "Adalet devleti; ortak iyinin iktidarı" şeklinde, değerli araştırmacı Uygar Aktan'ın "laruhbani cumhuriyet" şeklinde kavramsallaştırdığı bir yaklaşım öngördüğünü söyleyebiliriz. Birazdan geleceği gibi bunlar farklı şeylerdir. Yoksa din adamlarının yönetimi sırf din adamı olmalarından kaynaklanan imtiyazla ele geçirmeleri ve başka kimseye söz hakkı tanımadan "Tanrı adına" ülkeyi yönetmeleri değildir "siyasal İslam".
Tam tersi bizzat dini "din adamları sınıfının" elinden kurtarmanın adıdır siyasal İslam. Hz. Peygamber'in daha önce hiç bir dini ayin yönetmemiş, hiç bir din fetvası vermemiş, din adamları sınıfı içinde hiç bir kariyeri olmayan bir "öksüz" olması ve bu yönüyle de örneğin bölgenin keşiş ve rahibi Ebu Amir gibilerince eleştirilmesi bir fikir verebilir.
Dahası Kur'an'ın din adamlarına yönelik söylemi oldukça serttir ve bütünüyle sokaktaki adamın din adamı, rahip ve tapınağa karşı öfkesini yansıtır. Bu nedenle Kur'an'ın dili bir tapınak değil hayat dilidir. Çünkü İslam tapınaklarda değil dağlarda, mağaralarda, sokaklarda doğmuş bir dindi. Esas amacı kendini dinlerden bir din olarak vazetmek değil insanlığı "dinlerin zulmünden" kurtarmaktı. Bu anlamıyla İslam dinlerden bir dinin değil esasında bir yolun adıydı; Kur'an'da geçtiği şekilde ana insanlık yolunun (hablu'n-nâs) veya insanlık vicdanının (basâiru'n-nâs) yedinci yüzyıldaki patlamasının adıydı…
Şimdi, "Siyasal İslam değerleri" derken ilhamını doğrudan doğruya Kur'an'dan alan beş esaslı kavram çerçevesinde bir nitelendirmeyi kastediyoruz.
Şöyle ki; Yeni siyasal İslam anlayışının öngördüğü şekliyle devletin birinci niteliği "adalet"dir. Adalet devletin varlık gerekçesi olup, insanlar arasında yöneten-yönetilen ilişkisi kurmanın yegane sebebidir. İnsanları yönetme iddiasında bulunmanın adaletten başka bir gerekçesi bulunmamaktadır. Hatta öyle ki İslam düşüncesinde Kadı Abdülcebbar'ın "Kitabu'l-İmamet"inde savunduğu gibi insanlar kendi aralarında adaleti sağlayabilseler devlete bile gerek yoktur. Bunun mümkün olmadığını tarih yeterince öğrettiği için devlet felsefesinin temeli adalete dayandırılmalı ve bunun için de yönetim bir adalet devleti olmalıdır. "İslam devleti, şeriat devleti veya hilafet devleti" gibi eski siyasal İslam anlayışının öngördüğü kavramsallaştırmalar bu nedenle mesnetsizdir. (Bu konuda ayrıntılı deliller ve kaynaklar için "Adalet devleti; ortak iyinin iktidarı" adlı çalışmamıza bakılabilir).
İkinci nitelik "emanet"tir. Bu kavram da devletin (bir yönetim oluşturmanın) "anlamının ne olduğunu" vermektedir. Buna göre bütün devlet makamları, rütbeleri ve şanları birer emanettir; halkın, ahalinin verdiği bir emanet. Yani bir "hibe" değildir. Allah'ın dilediği kullarına bahşettiği bir mülk değildir devlet makamları. Doğrusu İslam tarihinde Hz. Osman'ın "Ben bu hırkayı muhalefet istiyor diye çıkarmam, bunu bana Allah giydirdi" demesinden bu yana devlet makamları Allah'ın verdiği ve aldığı bir lütuf ve bağış olarak görülmüştür. Oysa bu dönemin sıcak çatışma ortamında söylenmiş bir söz olup siyasi ve hukuki sonuçları bakımından tümüyle geçersizdir. Çünkü Allah'ın iradesi bir kişide, kurumda, hanedanda, sınıfta vs. değil tümüyle ümmette, halkta, cumhurda tecelli eder. Bu ise devlet makamlarına ahalinin rızasıyla gelinip gidilmesi demektir. Aksi halde hırkayı bir giyen ölene kadar bir daha çıkarmayacak demektir. Çünkü Allah'ın alması ancak "ölümle" olur.
Üçüncü nitelik "ehliyet"tir. Bu kavram ise gerekçesi "adalet" olan, kendisine halkın "emaneti" gözüyle bakılan devlet makamlarına kimin layık olup olmadığını gösterir. Buna göre devlet makamlarına "ehliyet ve liyakat" sahibi kimseler gelmelidir. Bir makama gelmenin saf gerekçesi bundan başkası değildir. Ehliyet mesleki uzmanlık ve mesleki ahlak ilkeleri anlamına gelmektedir.Yani kişi getirildiği makamın mesleki uzmanı olmalı ve mesleki ahlak ilkelerine titizlikle uymalıdır. Partizanlık, eş dost, ahbap çavuş, yandaş, dindaş, mezhepdaş, etnik köken gibi tüm kriterler geçersizdir. Emanetler "ehline" verilmelidir, ölümsüz ilke budur.
Dördüncü nitelik "meşveret"tir. Bu nitelik de devletin "nasıl" işletileceğini göstermektir. Meşveret, sözlük anlamı itibariyle "Arının bal yapmak için çiçeklere konmasını" veya "Satıcının devesini satmak için pazara çıkarmasını" ifade eder. Bunun siyasal anlamda yorumu bir devlet işinin her biri bir çicek olan ülke insanlarına sorularak, onları işin içine katarak ve işin kamuoyuna arzedilerek yürütülmesi demek olur. Günümüz dünyasında buna cumhuriyet veya demokrasi dendiğini söylemeye bile gerek yoktur.
Beşinci nitelik "maslahat"tır. Bu da devletin "ne yapması" gerektiğini göstermektedir. Maslahat, sözlük anlamı itibariyle iyilik, güzellik, doğruluk temelinde ıslah çabaları demek olup bugün için "kamu yararı" dediğimiz şeydir. Kamu yararı herkese lazım olan can, mal, akıl, nesil, ırz, namus güvenliğinin sağlanması manasında "ortak iyinin" korunup kollanması, "bize göre iyinin" kendi özelimizde tutulması, siyasallık durumunun gerekçesi yapılmaması demektir.
Örneğin devlet başörtülünün de başıaçığın da can, mal, akıl, nesil, ırz , namus güvenliğini sağlar, neden başlarını örttüğü veya açtığı ile uğraşmaz. Müslümanın, Hrıstıyanın veya Yahudinin aynı şekilde can, mal, akıl, nesil, ırz, namus güvenliğini sağlar, neden kilisiye, camiye veya havraya gittikleri veya gitmedikleriyle, neden sarık, kipa veya haç takıp takmadıklarıyla uğraşmaz vs. örnekler uzatılabilir. Demek ki gerçek anlamıyla maslahat yani kamu yararı için çalışan devlet bu demektir.
Görüldüğü gibi "yeni siyasal İslam" anlayışı şeriat, hilafet, imam, sultan vs. kavramlarına dayanan eski siyasal İslam anlayışını yapı bozumuna uğratarak adalet, emanet, ehliyet, meşveret, maslahat gibi doğrudan siyasallık durumu ile ilgili kavramlara dayanarak yeniden inşaya girişmektedir.
Bunu yaparken vaktiyle (1922) Seyyid Bey'in hilafete karşı çıkarken yaptığı konuşmada söylediği gibi kimseye din anlayışı beğendirme gibi bir kast-ı mahsusasımız yoktur. Araştırdığımızı, bulduğumuzu, samimi olarak inandıklarımızı söylüyoruz.
CUMHURİYET NEDİR
Yapı bozumuna uğratılarak yeniden inşa idilmesi gereken ikinci kavram da cumhuriyettir. Yazının girişinde belirttiğimiz nedenlerden ötürü talihsiz bir şekilde siyasal İslam anlayışı ile cumhuriyet karşı karşıya getirilmiş bulunmaktadır. Cumhuriyetin kurucuları arasında bütün literatürde Türkiye'de İslamcılık düşüncesinin mimarlarının başında gelen bir Mehmet Akif'in bulunuyor olması bu bahtsızlığı yeteri kadar açıklıyor almalıdır.
Kesinlikle inancım odur ki cumhuriyet Türkiye tarihinde ilkini Osmanlı'nın kuruluşu sırasında gördügümüz "İkinci kurucu efsane" sayesinde kurulmuştur. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında "hoca ile paşa" yan yana, omuz omuzadır. Ancak ne var ki sonraki yıllarda bu kurucu efsane dağılmış, cumhuriyet tek yanlı bir sahiplenmenin ve kurucu iradeye katılan diğer damarların giderek kurutulduğu, dışlandığı ve "ötekileştirildiği" bir sürece dönüşmüştür. Şimdi bu "kurucu iradenin" yeniden sağlanması, Türkiye Cumhuriyetini kuran halkın bütün damarlarının bünyede akıtılması gerekmektedir.
Bu çercevede bildik (eski) cumhuriyet anlayışının da yapı bozumuna uğratılarak yeniden inşası kaçınılmaz hale gelmiş bulunuyor.
Şöyle ki; Esasında cumhuriyetin dört temel niteliği bulunmaktadır. Kurucu irade yıllarında bu böyle tezahür etmiştir. Bunun sağlanmasında başta Mustafa Kemal olmak üzere bir çok memleket evladının zihni, beyni, yüreği ve gayreti söz konusudur. Şimdi tekrar bu kök niteliklere dönmek gerekmektedir.
Bu manada cumhuriyetin birinci niteliği dönemin kelimeleriyle söylersek "Hakimiyet-i milliye"dir. Yani siyasal egemenlik herhangi bir kişiye, hanedana, sınıfa, aileye, kuruma vs. değil doğrudan doğruya millete, halka, ahaliye dayanır. Millet bu egemenliğini temsilcileri eliyle kullanır. Bu temsilcilerin toplandığı yere de TBMM denir. Diğer bütün devlet kurumları onun koordinasyonunda hatta emrinde çalışır.
İkinci nitelik "İstiklâl-i tam"dır. Yani tam bağımsızlık ilkesi geçerlidir. Değil bir impatorluğun bir uygarlığın kalıntıları arasından doğan cumhuriyet bu manada "milletimizin" yeniden şahlanışını ve Hunlar ve Moğollar gibi "Roma toprağına" gömülüp gitmeme iradesini ifade eder. "O kalkılmaz uykuya yavaşca dalarak" tarih sahnesinden çekilmeme iradesini haykırır. Bu manada kapandığı Taceddin Dergahı'nın kömürle duvarlarına "Ciğerinden kamışla kan çekerek" bu iradeyi yansıtan şair, aynı zamanda bu iradenin manifestosu olan İstiklal Marşı'nı milletin ma'şeri vicdanına emanet etmiştir. Ve ebediyen bu vicdanda yankılanacaktır.
Üçüncü nitelik "Müdafay-ı Hukuk"tur. Yani hak, hukuk ve adalete adanmış bir misyon. Bu, milletin tarihteki esas misyonunun ne olduğunu ve olması gerektiğini gösterir. Maksat kuru bir cihangirlik davası değildir. İçeride ve dışarıda aslolan hak, hukuk ve adalettir. Hakkın, hukukun ve adaletin savunulmasını, bunun için gerekirse canla başla çalışılmasını, bu tehlikeye girince meydana atılmayı, gözünü daldan budaktan sakınmamayı ifade eder. Cumhuriyetin bu niteliği ile baştan aşağı bir hak, hukuk, adalet devleti haline getirilmesi gerektiğini ifade eder. Yoksa cumhuriyet dediğiniz ha bir kuru emektir.
Dördüncü nitelik "Misak-i milli"dir. Yani millet sözleşmesi… Bununla milletten ne anlaşılması gerektiği ortaya konur. Millet sözlük anlamı itibariyle "yürümek" kökünden gelir. Bunun tarihsel, sosyo-politik anlamı milletin tarihteki ve günümüzdeki yürüyüşüne gönüllü olarak katılan herkesin bu milletten olduğudur. Demek ki "yürüyen milete" etnik köken, din, mezhep, toprak aidiyetleri ile değil misak (sözleşme, gönüllü birliktelik) ile katılınır. Millet bu manada Türk, Kürt, Çerkez, Arap vs. bir çok etnik kökenden, Müslüman, Hrıstıyan, Yahudi , Süryani, Ermeni vs. bir çok dini kökenden, Alevi, Sunni vs. bir çok mezhebi kökenden oluşan tek bir topluluktur. Ve bu topluluk diğer milletlerden tarihteki yürüyüşü ve gönüllü birlikteliği ile ayrılır. Bu yürüyüşe şu ana kadar katılan ve bundan sonra da katılacak olan herkes dünyanın neresinde olursa olsun bu millettendir. Bu yürüyüşün ne amaçla yapıldığını ise üçüncü ilke olan "Müdafay-ı hukuk" açıklar.
Bu manada milletin yeryüzünde yayıldığı coğrafya misak-ı milli metninde geçtiği gibi "Memalik-i Osmaniye ve anasır-ı İslam" unsurlarının yaşadığı her yerdir. Çünkü bizim tarihteki yürüyüşümüz buralarda olmuştur. Bizi biz yapan ontoloji ve morfoloji tarih boyunca buralarda tezahür etmiştir. Şimdi buralar her yanından alevler ve dumanlar yükselen, üzerine bombalar yağdırılan birer yıkık viraneye haline getirildi. Misak-i milliye dönmek demek bütün bu varoluş coğrafyamıza sahip çıkarak, tarihte yürüdüğümüz yerden akarak buraları evrensel adalet ve barış yurdu (Daru's-Selam) haline getirmek demektir.
İşte cumhuriyet bu dört temel niteliği ile milletin ma'şeri vicdanında ebediyete kadar yankılanacak ve sürekli kendini yenileyerek yoluna devam edecektir.
Demek ki doğrudan doğruya Kur'an'dan alarak ilhamı İslam'ın siyasallık durumuna getirdiğimiz beş nitelik ile, doğrudan doğruya kurucu efsaneden alarak ilhamı cumhuriyetin düşüncesine getirdiğimiz dört nitelik tam bir uyum içindedir.
Türkiye'de yeni bir ruh, yeni bir dalgalanma ve yeni bir fikriyat işte bu noktadan başlayacaktır. Anadolu'nun yaratıcı dehası tükenmemiştir. Geçmişin külüne değil közüne talip olmak ve sadakatini denize doğru akmasından olan ırmak gibi geleceğe doğru akmak gerekmektedir…