
Zamanı geldi dışarı çıkmanın. Şimdi yanlarına gittiğimizde nasıl yine ağlamaklık oluyorsak o zaman da ağlaya ağlaya terk ettik sıcak ve güvenli evlerimizi. Dışarıda çim bir halıda başlayacağımız hayat denilen maç, tüm tazeliği ile bizi bekliyordu. Ayakta durmasını öğrendikten sonra yukarı adım atmak için önce sağlam düşmesini ve yuvarlanmasını öğrendik, çim lekeleri kıçımızdaki askılı pantolonlarımızla. O yüzden hayat denilen maçı hep defansif anlayışla sürdürür bu coğrafyanın çocukları.

Ne zaman aklımız başımıza geldi baktık ki, hem rüzgara karşı hem de yokuş yukarı oynuyoruz bu maçı. Ama doksanıncı dakika dolup uzatmalara bile gitse hiç birimiz pes etmedi, etmez bu maçta . Hayat stadının gördüğü en inat milletiz. Bu yüzden ne zaman hayata karşı bir gol attıysak bunu fazlasıyla hak etmişiz de atmışızdır. Ama çok sürmez gol sevinçlerimiz hemen ardından gol yememiz an meselesidir.Yine de bırakmayız yakasını bu adaletsiz maçın. Kadere inanırız kaderle savaşsak da. Çünkü hakem vardır biliriz. İlk yarıya pek müdahale etmese de ilk yarının bitiş düdüğünü o çalacaktır ve inişaşağı oynayacağımız zamanı başlatacaktır diye inanırız. Hakemi kızdırmamak için şartlardan hiçbir zaman şikayetçi olmadan tüm centilmenliğimizle oynarız, sıcak, korunaklı evimizden çıkar çıkmaz mağlup başladığımız bu yokuş yukarı maçı.

Onca zor şartlar altında bir de okul sorumluluğu yüklenen çocuklar için okulu tatil eden her şey bayramdı. Bu milli veya dini bir bayramda olabilirdi, sel nedeniyle bir köprünün yıkılması veya boyları yüksekliğinde yağan kar nedeniyle yolun kesilmesine neden olabilen bir afette. Evet köy okullarının tatil olabilmesi için karın çocukların boyları yüksekliğinde yağması gerekiyordu neredeyse. Oysa şehirlerdeki okullar kar yağmaya başlar başlamaz tatil ediliyordu. Çok da zoruma giderdi bu ikinci sınıf insan muamelesi. Şimdi ise hava durumu raporlarından hareketle kar daha gelmeden bile tatil ediliyor şehir okulları ve inanın hala daha zoruma gidiyor. Şemsiye nedir bilmezdik; kafana güneşin vurması kadar yağmurun yağması da hatta karın tutması da normal bir doğa olayı idi bizler için. Ayaklarımıza giydiğimiz kara lastikler ayaklarımızı kuru ve sıcak tutması gibi bir amaçla değil (ki zaten böyle bir işe yaramaları mümkün değildi) sadece ayaklarımızı taşlar kesmeden daha rahat yürüyebilelim diye giyilirdi. Gerçe lastiği keseceğine ayağını kessen daha iyi olurdu ya, bu da ayrı bir konu. İçine su almaması için bir numara küçük lastik almak gerekirdi ama buda yetmezdi. Patika yollarda kendimizi kamyon yerine koyup eve doğru yol alırken yolumuza çıkan su birikintilerini es geçmek olayın tüm büyüsünü bozacağından suyun içine dalmak zorundaydık hem de traftan aşağa ne kadar su sıçratabilirsen o kadar gerçekçi olup o kadar fazla tat alacağın için tüm hızımızla dalardık su birikintisine, fren sesini de ihmal etmeden. İşte bu durumlarda lastiğin su almaması imkansız gibi olsa da ayağın sırtını kambur yapıp ciltle lastik arasında ki boşluğu ne kadar daraltabilirsen o kadar az su alırdın lastiğinin içine. Pantolon paçaları ise tekerin çamurluğu vazifesini gördüğü için işin havası idi önemsenmezdi bile.

Herhalde bunları bizim tür olarak şehirlerdeki çocuklardan farklılığımız olarak algılayıp, onlardan farklı türde muamele görmemizin haklı nedeni saydı yöneticilerimiz, siyasilerimiz. Şehir okullarında kalorifer yanlarında oturmayanların çoğu okullarının nasıl ısındığını bile bilmezken, bizler sobalarımızı kendimiz yakmak zorundaydık. Hem de her sabah evden okula taşımak zorunda olduğumuz, büyüklerimizin orman memurlarından kaçarak topladığı odunlarla. Herhalde ormanlık bir bölgede yaşadığımız için bu da bizim türe uygun görüldü. Evrim teorisini kabul etmeyen yöneticilerimiz bizlere niçin evrim teorisi yasaları ile bakmışlardır ve hala daha bakmaktadırlar anlamış değilim. Şehirdeki okullarda sınıf altı veya sekizer kişilik çalışma kümelerine bölünürmüş. Bizde ise salon ancak sınıflara bölünebilirdi. Bir salonun bir tarafı 2. sınıfların diğer tarafı 3. sınıfların örneğin. Bu kadar kalabalık sınıflarda niçin sobayı yakma gereği duyulurdu ve öğretmenlerimiz iki sınıfa aynı anda ders anlatmayı nasıl başarırdı bunları da şimdi soruyorum kendime.
Bunların dışında okul, bu zor coğrafyalarda her şeyden önce bir buluşma yeri idi. Oyun için buluşma. Çünkü hem evler köy içinde dağınık vaziyetteydi ve çocukların biraraya gelmesi çok zordu hem de dağlık arazinin en düz yerleri okulun olduğu yerlerdi. Okul, yayladaki ‘caminin yanı’nın görevini görürdü.

Dağ başlarındaki okullarımıza, senede bir gelip gelmeyeceğide belli olmayan müfettişleri dışında kravatlı bir kimse uğramasada, öğretmenlerimiz sanki gözleniyormuşcasına hiç ihmal etmeden günün anlam ve önemini belirten konuşmalarını yapıp, kahramanlık şiirlerini bizlere okuttuktan sonra hazırladıkları programı köylülere sunmak üzere gösterileri başlatırlardı. Bayrak yarışı, çuval içinde koşu yarışı, yoğurt yeme yarışı…..

Sabahın köründe kalkıp öğlen olmadan töreni bitirdiğimizde öğretmenlerimiz yapılması zorunlu bir işi üzerlerinden atmanın rahatlığıyla evlerine giderken bizlerde televizyonu olan evlerde Ankara’da düzenlenen törenleri izlemek üzere dağılırdık. Ne bizim yaptıklarımıza ne de bize benzemezdi seyrettiklerimiz. Bir kere bizden çok daha boylu poslu, kemikli idi oradaki çocuklar. O zaman onların olduğu yerlerde bizden daha fazla kar yağmalıydı okullarının tatil olması için ama tersi oluyordu. Biz sabahın köründe kalkıp töreni möreni bitirip oturmuştuk aşağa, onlar daha başlamamışlardı gösterilerine. Onlar kızlı erkekli danslar ederken bizimkiler bizden ne anlıyolardıysa tüm oyunlarımız haremlik selamlıktı. Hele de akşam haberlerinde başbakanın falan koltuğuna oturup memleket meselelerini ve çözüm önerilerini sunan çocuklar yok muydu . Ya o çocuğu her şeyi biliyomuş gibi sevimli sevimli gülerek dinleyen bürokratlar. Bu kadar bihaber olunabilirdi memleketten.
Anlattıklarım çok eski gibi gelmesin. O zamanlar köy okulları ile şehir okulları arasında olan uçurumlar halen daha sürüyor. Hatta aynı şehrin içindeki okullar arasında bile o kadar derin uçurumlar var. Değişen bir şey varsa o da; belki o zaman yöneticiler bihaberdiler memleketin durumundan şimdi haberleri var ama umursamaz olmuşlar.
Maça beraber başladıklarımızdan bütün zorluklarına rağmen büyük başarılar elde etme şansı bulanlar olsa da yorulup düşenlerde var artık.

Hem bizim hem onların hem anadolunun tüm çocuklarının hiçbir zorluk çekmeyeceği bir dünya için, zaman bir su gibi akıp giderken ikici yarıya işi bırakmadan bir şeyler yapılmalı.

Örneğin bu akşam başbakanın koltuğuna oturtulacak çocuk lafı uzatmadan tek bir cümle dese: “derhal çocuklar arasında ki eşitsizlikleri kaldırın”. Bakalım yine sevimli sevimli gülebilecek mi etrafındakiler.
Bülent Hakan Altuncu
23.04.2007 Trabzon (Her 23 Nisan gibi yağmurlu bir gün)